1970’lerin sonlarına doğru dünyada Soğuk Savaş’ın yerleşik dengelerini sarsacak önemli gelişmeler oluyordu. Ortadoğu’da Sovyetler’e yakın politika izleyen BAAS rejimlerince yönetilen ülkelerin yanı başındaki İran’da da ABD-İngiliz ortak darbesiyle işbaşına getirilen Şah rejimi devrilmiş, Afganistan, Sovyetler tarafından işgal edilmişti. Nikaragua, Somali, Etiyopya ve Sudan’da ABD ve Batı karşıtı devrimci eylemler tırmanıyordu.
Yunanistan’ın Kıbrıs harekâtından sonra Nato’dan ayrılması nedeniyle NATO’nun güney kanadında tek müttefik ülke Türkiye’de ise durum pek parlak sayılmazdı. İktidarda hangi parti olursa olsun 1975’te kapanan ABD üslerinin yeniden açılması yönünde sağ ya da sol hiçbir hükümetin toplumsal tepki nedeniyle adım atması mümkün değildi.1960’ların sonunda başlayan sol uyanış ve ABD karşıtlığı dalga dalga yayılıyordu. İşçi kesiminin örgütlü gücü karşısına işverenlerin de örgütlü bir şekilde çıkması sınıf mücadelesini şiddetlendirmiş, adeta karşılıklı bilek bükme yarışına dönüşmüştü.
KAPİTALİZM BUNALIMDA
Türkiye’de bunlar olurken 2. Dünya Savaşı’ndan beri altın çağını yaşayan küresel kapitalizm de yeni bir bunalıma girmişti. Üçüncü dünya ülkeleri başta petrol olmak üzere ellerindeki hammadde kaynaklarını aralarında anlaşarak daha yüksek bedelle satmaya başlamış hem de bazı sanayi dallarında Batı ile rekabet edecek düzeye erişmişti. Kapitalizmin gelir pastasındaki dilimini küçülten bir başka etken de örgütlü olan emek sınıfının ücret ve sosyal haklarının artık geriye dönülmez oranda her yıl artış göstermesiydi. Küresel kapitalizmin bunalımdan çıkışı, ancak ucuz hammadde kaynaklarına ulaşması, yeni pazarlar edinmesi ve sermayenin serbestçe dolaşımı için gelişmekte olan ülkelerin yeni liberal sisteme entegre edilmesiyle mümkündü.
İşte tüm bu nedenlerle çok stratejik bir bölgede bulunan Türkiye’nin hem siyasi hem de ekonomik açıdan küresel düzenin dışına çıkmasına göz yumulamazdı. Türkiye’de hem bölgesel hem de küresel istikrarın sağlanması ise ancak askeri bir darbeyle mümkündü. Ama darbeye meşruiyet kazandırmak adına toplumun da hazırlanması gerekliydi. ABD ve NATO’dan “düğmeye basılması” yönünde sinyaller gelince bir yandan küresel kapitalizmin yerli mümesilleri, bir yandan da orduya bağlı Özel Harp Dairesi ve bu dairenin bir siyasi partinin mensuplarından oluşan sivil uzantıları mesaiye başladılar.
Toplumun yeterince hazır olduğu hissedilince de düğmeye basıldı. Tarih 12 Eylül 1980, saat 00.04’tü. Parlamento kapatılıp cunta kendi hükümetini oluşturunca darbenin siyasi-ekonomik-ideolojik programı öncelik sırasına göre uygulamaya konuldu.12 Mart’ta yarım kalan işlem böylece tamamlandı. Bu dizide beş gün süre ile darbenin hangi ihtiyaca binaen ve nasıl yapıldığı, darbe sonrasında Türkiye’nin nasıl bir dönüşüm geçirdiğini ele almaya çalışacağız.
DARBENİN İLK HEDEFİ CHP
Ecevit’in Sovyetler’i tehlike olarak görmediği, Batı karşıtı söylemleri ABD nezdinde kuşkulara yol açtı
1977 yılı sonunda kendisine dayatılan 24 Ocak kararlarını uygulamakta ayak direyen Ecevit hükümetinin, Sovyetleri gözetlemek için casus uçaklarının Türkiye’de uçuşuna izin verilmesi talebini reddetmesi ve “Milli Maden Yasası”nın çıkarılmasının hemen arkasından ATAŞ rafinerisinin kamulaştırılması, Musaddık gibi fermanını hazırladı. Darbe için gerekli koşullar hazırlanırken ara seçimde ağır bir yenilgiye uğrayan CHP, bunu güvensizlik sayarak iktidardan ayrılınca darbenin hedefi olmaktan kurtuldu.
1978 yılı başlarında 11’lerin desteğiyle kurulan CHP hükümeti, hem ekonomik hem de siyasal anlamda global krizlerin yaşandığı bir dönemde Türkiye’yi yönetmek zorundaydı. Ortadoğu’da İran’da Şah’ın koltuğunun sallanması, Nikaragua’da, Sudan’da, Etiyopya’da devrimci eylemlerin tırmanmasının yanında ekonomik açıdan da dünya kapitalizmi yeni bir bunalım yaşıyordu. 1973 yılında OPEC ülkelerinin petrol fiyatlarını artırması, tüm dünyada enerji kaynağı olarak petrolün kullanılması, iç ve dış dengelerin bozulmasına neden oldu.
1970’li yılların başından itibaren birkaç yıl arayla yaşanan iki petrol krizi sonucunda dünya kapitalizminin altın çağı da sonlanmış oldu. Bretton Woods sistemiyle kurulan düzen sarsılınca küresel oyuncular tarafından hemen neo-liberal sistemin inşasına başlandı. Bu yeni sistem, üçüncü dünya ülkelerinin bu yeni sisteme entegre olması, sanayileşmiş ülkelere karşı rakip oldukları sanayi dallarının etkisizleştirilmesi ve dış borç ödemelerinin teminat altına alınmasını hedefliyordu.
İktidara ilk geldiği aylarda Başbakan Bülent Ecevit ile ABD Başkanı Jimmy Carter arasında başlayan diyalog süreci zamanla aşınmaya başladı. Ecevit’in Sovyetler’i tehlike olarak görmediğine yönelik açıklamaları, Batı karşıtı söylemleri, Yugoslavya modelini övmesi ABD nezdinde kuşkulara yol açtı. ABD Büyükelçiliği’nin, CIA ve Pentagon’un raporlarında Ecevit’in ne zaman ne yapacağının önceden öngörülmez biri olduğuna yönelik tespitler de bu kuşkuları pekiştirdi. Zaten 1973’te MSP ile kurduğu koalisyon hükümeti döneminde de ABD’nin tehdidine karşın haşhaş ekimini başlatması ve Kıbrıs’a askeri müdahalesi gibi nedenlerle CHP’nin sicili ABD nazarında pek de parlak sayılmazdı.
16 Ocak 1979 tarihinde İran’da Şah rejiminin devrilmesi ve Humeyni’nin Tahran Havalimanı’na inmesinden bir ay sonra ülkedeki tüm Amerikan üsleri ve dinleme istasyonlarını kapatmasıyla ABD, Ortadoğu’daki en önemli jandarmasını yitirmişti. Artık İran üzerinden Sovyetler ve yakın bölge ülkelerini dinleme olanağı da ortadan kalkmıştı. Mısır’da Camp David Anlaşması imzalanmıştı ama Arap ülkelerinin yoğun tepkisi nedeniyle bölgedeki bir diğer önemli müttefiki Mısır yalnızlaşmıştı.
Bölgede sadece İsrail, Suudi Arabistan, Mısır ve Türkiye kalmıştı. Türkiye’nin siyasi ve ekonomik istikrarını sağlamak ve ABD çıkarlarına hizmet etmek için gerekli adımların atılmasında Ecevit hükümeti önemli bir engeldi. Batı’dan istediği yardımları alamadığında “Duvarın öte tarafına atlarız” diyebilen ve Milli Maden Yasası’nı çıkaran, Dünya Bankası ve IMF’nin “istikrar paketi”ne direnen Ecevit ve kabinesine karşı önce havuç ve sopa politikası denendi.
KEMAL DERVİŞ SAHNEDE
Ecevit hükümetinin o yıllarda terör dışında en öncelikli sorunu ekonomik krizdi. Acilen dış kredi bulunması gerekiyordu. Başta Başbakan Ecevit olmak üzere Ekonomiden Sorumlu Bakan Hikmet Çetin ve Ziya Müezzinoğlu, İskandinav ülkeleri ve Avrupa’da sosyal demokratların iktidar olduğu bütün ülkeleri dolaşılmış ama ülkenin ihtiyacı olan kredi bulunamamıştı. Son çare olarak Libya ve Sovyetler’in kapısı çalınmıştı. Ancak ABD gibi Sovyetler de Türkiye’deki iç çalkantılardan kendi yararına sonuçlar beklediği için sosyal demokrat bir iktidara yardım etmeye yanaşmadı.
ABD, terör ve ekonomik kriz nedeniyle Türkiye’de de İran örneğindeki gibi sosyal patlamalar olması ve Batı karşıtı bir devrimin gerçekleşme ihtimalinden korkuyordu. O nedenle Türkiye’yi tümden gözden çıkarmak yerine bedeli mukabilinde kredi musluklarının açılmasına yönelik adımların atılmasına karar verdi. Açılacak kredilerin ve borç ertelemelerinin bedeli de Dünya Bankası ve IMF tarafından hazırlanan “İstikrar Paketi”nin eksiksiz uygulanmasıydı.
ECEVİT’E DANIŞMAN
1970’li yılların başında Göreme Sokak’taki CHP Araştırma Bürosu’nda Işın Çelebi ile birlikte Ecevit’e danışmanlık yapan Hacettepe Üniversitesi öğretim üyelerinden Kemal Derviş, sonraki yıllarda ABD’ye giderek Dünya Bankası’nda uzman kadrosunda çalışmaya başlamıştı. 1977 yılının son günlerinde Dünya Bankası uzmanları Kemal Derviş ile Sherman Robinson tarafından hazırlanan “Turkey Growth and Trade” başlıklı rapor, Ecevit hükümetine sunuldu. Dünya Bankası’nın raporunun içeriği, Demirel hükümeti döneminde açıklanan ancak 12 Eylül darbesi döneminde eksiksiz uygulanabilen “24 Ocak Kararları”nın aynısıydı. Derviş ve Robinson’un raporunda uygulanması istenen ekonomik reçetenin içeriği şöyleydi:
“Sanayileşmenin, büyümenin ve gelir dağılımının aynı anda ve hep birden gerçekleştirilmesi tehlikeli bir stratejidir.
Bu koşullar altında Türkiye’nin sanayileşme stratejisinde değişiklik yapmak gerekmektedir. Bu ölçüde büyük bir dış ticaret açığı ile sanayileşme sorununu çözümlemek imkânsızdır. Onun için kimya, temel makine, imalat ve maden işletme gibi ağır sanayilerde gelişme beklemek gerçekçi değildir. Kaynaklar, ihracata yönelik hafif sanayi dallarına kaydırılmalı, ağır sanayiden gelişme beklenmemelidir. Bunun yerine tüketime yönelik mal ve hizmetlerin üretiminin artırılmasına öncelik vermelidir.
Türkiye’nin en önemli sorunu ihracatını artırabilmesidir. Bunu ancak hafif sanayi dalları ile gerçekleştirebilir. Bu dallarında ihracatını artırabilmesi için ise malların fiyatlarını dikkate almalıdır.
Dünya piyasalarında bu alanlarda rekabet edebilmesi büyük ölçüde fiyatlara bağlıdır. Fiyat engelini aşması da ancak Dördüncü Beş Yıllık Plan döneminde sürekli olarak devalüvasyon yapılmasıyla olasıdır. Türkiye bugün ancak büyük teknoloji gerektirmeyen hafif sanayi dallarında rekabet edebilecek durumdadır. Bunu da ancak sürekli devalüasyonla sağlayabilir.
Türkiye sanayiye değil tarıma ağırlık vermelidir.
Toplam yatırımlar içinde sanayi yatırımlarının payı azaltılmalıdır.”
Sonuç bölümünde ise Türkiye’de izlenen karma ekonomi politikasının merkeziyetçi ve müdahaleci olduğu, bunun yerine “Piyasa mekanizmasının önemli ve yapıcı bir rol oynayabileceği” belirtiliyordu.
Ne garip, 2001 krizinde Türkiye’de Ekonomiden Sorumlu Bakanlık görevine getirilen Derviş, daha önce “tarıma ağırlık verin” önerisini unutup tarımdaki tüm sübvansiyonları kaldırdı ve başta şeker pancarı olmak üzere bazı ürünlerin ekimini engelledi. Şekerpancarı üretimi engellenince dev bir Amerikan şirketi Cargill, gelip Bursa’ya kondu ve Türkiye nişasta bazlı mısır şurubuna mahkûm edildi.
BOYUNDAN BÜYÜK İŞLERE KARIŞMA!
Kemal Derviş’in raporu özellikle Türk bürokrasisinde büyük bir infiale neden oldu. Başta DPT Müsteşarı Bilsay Kuruç olmak üzere yurtsever uzmanlar grubu karşı bir rapor hazırlayarak Dünya Bankası raporunun Türkiye modelinin demokratik rejim için önemli tehlikeler doğurabileceğine dikkat çekti. Türk sanayisinin Dünya Bankası modelinin aksine büyük bir ihraç potansiyeli olduğunu, özellikle dayanıklı tüketim malları ve elektronik sanayide büyük atılımlar yapılabileceğini belirtti.
DAHA GÜZEL ÖZETLENEMEZ
Derviş’in raporundan bir hafta sonra da İngiliz iş çevrelerinin referans yayın organı The Economist’te Türkiye’ye ilişkin dikkate değer şu satırlar yer alacaktı:
“Türkiye gelişmekte olan ülkelere yanaşarak Doğu Avrupa’nın, Rusya’nın, Kuzey Afrika ve Ortadoğu’nun pazarlarına girmeyi umut etmektedir. Fakat bu pazarlar daha çok tarım ülkeleri ve hammaddelerle kısıtlı olacaktır. Türk plancılarının otomobil, buzdolabı ihraç etme rüyaları gerçekdışıdır. Kuzey Afrika’nın pazarları küçüktür. Ortadoğu pazarlarının çoğu Cadillaclar, Mercedesler alacak durumdadır. Doğu Avrupa ve Rusya’nın ise kendi endüstrileri vardır. Fakat Türkiye bölgesinin manavı, kasabı, sütçüsü olarak ihracatı bundan çok yararlanacaktır.”
Batı kapitalizminin Türkiye’ye ekonomik bakış açısı bundan daha güzel özetlenemezdi. Özetle Türkiye’ye denmek isteniyordu ki “boyundan büyük işlere karışma, hafif sanayi kolları ile tarıma ağırlık ver. Sürekli devalüasyon ve sıkı para politikasıyla enflasyonu ve işçi ücretlerini dizginle ki malların ucuzlasın. Böylece bize ucuz hammadde temin edebilesin ve ihracatını da bu yolla artırarak bize olan kredilerini düzenli ödeyebilesin.”