Çarşamba sabahı, Hürriyet Gazetesi’nde logonun hemen altında, gazete manşetine komşu bir konumda, Rejimin Başı’na ait bir fotoğrafının içine gömülü şu sözlerini ilgiyle okudum: “Yıllarca şahsımıza diktatör iftirası attılar. Diktatör görmek istiyorlarsa, Suriye’den gelen hapishane (Sednaya) görüntülerini seyretsinler.”
Hemen altında da yine Erdoğan’ın şu sözleri başlığa çıkarılmıştı: “Suriye’de insanlık ve vicdan kazandı.”
Suriye’de kimin kazandığına, gerçekten “vicdan ve insanlığı” temsil eden güçlerin mi orada iktidarı ele geçirdiğine, mevcut tabloya bakıldığında o koskoca toprak parçasında bugünün “muzaffer güçlerinin” ABD, İsrail, HTŞ, ÖSO, PKK olduğunu göz önüne alırsak bu teşhisin ne kadar isabetli olup olmadığına dair analizi sonraya bırakmak üzere, şu “diktatörlük” meselesi üzerinde durmak istiyorum.
Bunca yıllık siyasi tecrübesi, onca dünya ülkesini gezmesi, onca diplomatik teması, yabancı dil bilmese de onca uluslararası diplomatik ve siyasi literatürün (kendisine aktarıldığını varsayıyorum) okuması sonucu bu “diktatörlük” kavramının anlamını iyi bildiğine inanmak istiyorum. Yani, diktatörlüğün kriterlerini ve kime, nereye, nereden, nasıl bakıldığına göre değişebileceği konusuna da hâkim olması gerektiğini düşünüyorum.
Hemen aklıma, Erdoğan’ı destekleyen çevrelerin, biz muhaliflere yönelik şu ısrarlı sözleri geliyor: “Her fırsatta ‘diktatörlük, dikta rejimi’ ve Erdoğan’a ‘diktatör’ diyorsunuz. Öyle olsa, ağzınızı açabilir ve bu kadar eleştirebilir misiniz?”
Bu sığ ve “âlemi aptal kendini akıllı sanan” bakış açısına her defasında aynı cevabı veririz.
Şu kurduğunuz cümleyi, Türkiye’de kaç kişinin (hiçbir hakaret içermeden dahi) sırf görüşleri, yazıları, sosyal medya paylaşımları, televizyon konuşmaları, sokakta attıkları sloganlar, hatta TBMM’de yapılan konuşmalar nedeniyle başının fena halde derde girdiği, hapishanelerin bu sözde “suç”tan (Cumhurbaşkanı’na ve devlete hakaret) dolayı hapis yatanlarla, adliye raflarının da dosyalarla dolu olduğu gerçeğiyle karşılaştırır mısınız?
Aynı şeyi Rejimin Başı’na hatırlatmak isterim.
∗∗∗
“Diktatör olsam ağzınızı açabilir misiniz?” diye düşünüyorsanız, zaten tek başına (yandaşlarınızın da hep kurduğu) bu tehditkâr cümle bile “demokrasiyle” ne kadar bağdaşır? Hiç düşündünüz mü? Demokrasilerin olmazsa olmazı, asla vazgeçilemeyecek ve pazarlık konusu dahi edilemeyecek bir unsurunun “fikir ve düşünceyi ifade özgürlüğü, örgütlenme, sendikalaşma özgürlüğü” olduğunu hiç mi duymadınız?
Düşünceleri nedeniyle, bunları ifade etmesi ve hatta buna yeltenmesi nedeniyle cezaevlerinde yatan nüfusumuzun sayısı sizi hiç rahatsız etmiyor mu?
Yine... Demokrasinin en vazgeçilmez koşullarından birinin, yani, bir rejimin “demokrasi mi diktatörlük mü” olduğuna dair en önemli kriterlerden birinin “kanun ve nizam hâkimiyeti ve en başta da yönetici zümrenin bu kanunlara, en başta da Anayasa denilen metne uymakta öncü olması gerekliliği” olduğunu hiç mi bilmezsiniz?
Ben sadece “Can Atalay” diyeyim, “Demirtaş” diyeyim, “Kavala” diyeyim, “AİHM” diyeyim. Bunu da orada bırakayım, isterseniz.
“Diktatörlüğün zıddı, antitezi” sayılacak demokratik rejimlerde, seçim sonuçlarına saygı ilkesinin bizzat iktidar eliyle ihlal edilmesinin nasıl ağır bir suç olduğunu, yerel yönetimlerden sivil toplum kurumlarına ve hatta üniversite yönetimlerine kadar uyguladığınız “kayyım” yaptırımının vahametini kimse size anlatmıyor mu?
Seçim sonuçlarını tanımayıp, “Beni seçmedilerse, yaşatmam o yönetimi. Zırnık koklatamam. Kaynaklarını kuruturum. Dalını budağını keserim” demenin “demokrasinin antitezi” bir rejim anlamına geldiğini hiç aklınızdan geçirdiniz mi?
Bütün dünya, bugünlerde ülkesini işgal eden emperyalist güçlere direnemeyip (hatta bir anlaşmaya vardığı öne sürülüp) halkını da kendi kaderine bırakıp Rusya’ya kaçan bir siyasi lidere, Beşşar Esad’a haklı olarak “Diktatör devrildi” diyor. Tanım da, etikette, vurgu da doğru.
Siz de zaten uzunca bir süredir, yani Ağustos 2008’de Göltürkbükü’nde birlikte yaptığınız tatilin sona erdiği, havalimanından el salladığınız günden sonra bu “etiketi” binlerce kez kullandınız “Eski dostunuz Esad (Esed?)” için.
∗∗∗
İyi de Sayın Rejimin Başı...
O sözünü ettiğiniz vahşet görüntülerinin sahnesi Sednaya Cezaevi, sizinle Esad Ailesi, yatta gezinirken yok muydu? Ya da dünyanın dört bir tarafında, sizin de pekâlâ el sıkışabildiğiniz, “dostum” diye fotoğraf karelerinde birlikte yer alabildiğiniz, özellikle de aynı bölgede yer alan (Ortadoğu, Körfez, Rusya, İran, Afrika, bir dönem İsrail) başka liderlerin ülkelerinde böyle cezaevleri yok muydu? Hâlâ yok mu?
Daha açık yazalım... Onların da Beşşar gibi devrilip kaçmasını mı bekliyorsunuz, arkalarından (bu çok önemli) ağız dolusu “Diktatör ve onun kanlı zindanları” muhabbeti yapabilmek için. Ben diyeyim Sisi, sen de Netanyahu, ben diyeyim Putin, sen de Bin Zayed, ben diyeyim Şeyh Temmim, sen de Hasan Bin Selman... Bin bilmem ne... Liste kabarık da yerimiz dar.
Sadece zindanlar da değil, yukarıda uzun uzun sıraladığım “demokrat mı, diktatör mü” babında evrensel şablonlar da söz konusu.
Demem o deme ki...
Ben sizin yerinizde olsam, bu “diktatör – demokrat” mevzuuna çok gerekmedikçe pek girmem.
Bu konuda dünyanın siyasi tarihinde ve demokrasinin yazılı ya da yazılı olmayan tarihinde bazılarına göre “görece” bazılarına göre ise “tartışmasız ve bariz” tanımlama ve etiketleme reçeteleri mevcuttur.
Girmeyelim oralara.