Politik olarak AKP iktidarı ve onun tek kişilik yürütme organı olan Cumhurbaşkanı hedefe konulmalı ve bu sefalet ücretinden sorumlu tutulmalıdır. Ama sahne arkasındaki suflörün yani iç ve dış sermaye çevrelerinin rolü asla ikincil plana atılmamalıdır.
Ücretlilerin ve emeklilerin çok büyük bölümünün asgari yaşam düzeylerine mahkûm edildiği bir toplumda yaşıyoruz. Ücretliler ve emekliler denilince de toplumun yüzde 80’ini aşan bir toplamdan bahsediyoruz demektir. Kaldı ki ücretli olmayanlar arasında da benzer koşulları aşamayanlar var. Bu asgari yaşam düzeylerinin tamamı yoksulluk sınırın altında, giderek büyüyen bir parçası ise açlık sınırının altında. Demek ki Cumhuriyetin 100. yılını aştığımız bir dönemde bir toplumsal bunalım evresindeyiz. Bu bunalımı pekiştiren, iktidarda 22 yılını deviren AKP siyasetidir kuşkusuz.
Bu bir çifte veya çoklu standartlar toplumudur aynı zamanda. Başka türlüsü mümkün olamaz zaten, herkes birden kaybedemez. Birileri, başkalarının sırtından ve gerekirse onların yoksullaşması üzerinden zenginleşir. Nasıl ki kumarda herkes birden kaybedemezse, gerçek yaşam koşullarında da böyle olur. Esasen kapitalist sistem, küçük bir azınlık semirirken –ki onlar sermaye sınıfının üretici veya parazit üyeleridir– büyük çoğunluğun sömürü çarklarında kaybetmesi ve yaygın çifte standartların var olması üzerine kuruludur. Eşitlik hali ise, sosyalist devrimi gerektirir.
İLGİNÇ KORELASYONLAR HER ZAMAN KURULABİLİR
Korelasyon, iki rasgele değişken arasında istatistiksel bir ilişki kurulmasıdır. Bu değişkenler arasındaki ilişki güçlü veya zayıf olabilir. Ama anlamsız değişkenler arasında dahi güçlü ilintiler (sahte korelasyonlar) bulunabileceği için, değişkenlerin doğru seçilmesi gerekir. Geçenlerde bir meslektaşımızın “dolandırıcılık artışı ile enflasyon arasında” bir ilişki kurmuş olduğunu ve enflasyonun dolandırıcılık üzerinde güçlü bir etkiye sahip olduğu sonucuna vardığını gördüm. Olabilir. Enflasyonist sürecin uzaması toplumdaki ahlaki yapıları derinden sarsabilir. Ama bu, bazı tarihsel momentlerde bir sahte korelasyona da işaret edebilir.
Aslında daha az yanılabileceğiniz seçimler de yapabilirsiniz. Örneğin bir iktidarın yolsuzluğa bulaşma derecesi ile toplumdaki ahlaki erozyon/toplumsal çürüme (dolandırıcılık vs) arasında bulunacak bağıntının çok daha sağlam dayanakları olacaktır. Veya enflasyon ile tekelci fiyatlama arasındaki ilinti de öyledir. Politik sürece daha net bir yorum getirmek istiyorsanız, AKP’nin başlangıçtaki siyasi söylemi olan 3Y’yi yani “Yolsuzlukları, Yoksulluğu ve Yasakları bitirmek” hedefinin değişkenleri arasında da korelasyonlar kurmaya girişebilirsiniz. Elde edilen güçlü ilintiler kimseyi şaşırtmayacaktır. Bu kadar yolsuzluk ve şatafat varken bunca yoksulluğun yaşanıyor olması adeta bileşik kaplar gibidir. Bunun sürdürülebilmesi yani toplumdan yükselebilecek itiraz seslerinin baskılanabilmesi ise yasakların korunmasını ve hatta pekiştirilmesini gerektirecektir.
Yoksulluğu kuşkusuz çeşitli biçimlerde nicelleştirebilirsiniz. Sosyal yardıma muhtaç aile sayısındaki artış, belediyelerin kent lokantalarından yararlananların sayısındaki artış, halk ekmek dağıtım noktalarındaki kuyrukların nicel gelişimi, Gini katsayısındaki bozulma veya gelir dağılımındaki bozulmanın çeşitli biçimlerde ifadesi, kent pazarlarının kapanış saatlerindeki yığılmaların artışı, pazarda artık toplayanların sayısındaki gelişme, vs. Bunlar esasen gözlemlenen veya araştırılan konulardır. Araştırmalar çeşitli anketlerle de desteklenebilir elbette. Temel ihtiyaç maddelerinin ne kadarının karşılanabildiği, kültürel tüketimin aile bütçesinde yer alıp almadığı veya ne kadar yer alabildiği, vs vs…
2025 YILI ÇOK ZOR GEÇECEK
“Türkiye bir asgari ücretliler toplumu” saptaması sıkça yapılır. Ama asgari ücretin daha tespit edildiği dönemde bile açlık sınırına eşitlendiği ve izleyecek 12 ay boyunca sürekli aşınarak bunun dahi çok altına gerileyeceği dikkate alınırsa, “açlıkla mücadele eden bir sefalet toplumundan” bahsetmek daha doğru olacaktır. Kaldı ki, “açlık sınırı” da tartışmaya açıktır. Bu sınır için, dört kişilik bir ailenin mutfak giderleri toplamı esas alınmaktadır. Peki ama bu gıdalar hangi ortamda tüketilmeye hazır hale getirilecektir? Mağara çağında yaşanmadığına göre, asgarisinden bir eve, gıdaları pişirmek için bir ocağa, saklamak için bir buzdolabına ve bütün bunlar için enerji kaynaklarına ihtiyaç vardır. Demek ki, “açlık sınırı” olarak bulunan oynak eşiği kira yoksa 1,5’la, kira varsa minimum 2-2,5 ile çarpmak gerekecektir. Oysa Türkiye’de ücretlilerin yüzde 80’i asgari ücretin 1,5 katının altında maaş almaktadır. Peki o zaman bu toplumu nasıl adlandıracağız? Korkut Boratav hocanın dediği gibi, ekonominin bütünü açısından bir ekonomik krize işaret eden göstergeler olmasa dahi, toplumun önemli bir bölümünün toplumsal bunalım koşullarında yaşadığını kabul etmek gerekecektir.
Bu açık bir sefalet tablosudur veya aslında “ikili” bir toplum yapısının da yansımasıdır. Kabaca, bir tarafta çeşitli yoksunluklarla mücadele eden geniş toplum kesimleri, diğer tarafta gelir ve servetlerini durmaksızın şişiren ve esas olarak sermaye sınıfına mensup kategoriler. Bunu TÜİK’in 2024 Gelir ve Yaşam Koşulları araştırmasının sunduğu son gelir dağılımı tablosundan da görebilirsiniz. Nüfusun en alt yüzde 20’lik bölümündeki bindelik bir sözde düzelmeyi dikkate almazsanız, en üst yüzde 20’lik gelir dilimi dışındakilerin tümü gelir kaybına uğramaktadır. Bu, AKP tarzı “yoksullukla mücadelenin” yarattığı eşitsizlik tablosunun dışavurumudur! Elbette bu eşitsizlikler, yüzde 10’luk, yüzde 5’lik ve yüzde 1’lik nüfus dilimleri dikkate alındığında çok daha çarpıcıdır.
Bütün bu eşitsizliğe rağmen Erdoğan/Şimşek istikrar programının hedef aldığı şey, geniş kitlelerin tüketimleridir. Reel olarak artması öngörülen dolaylı vergiler bunun bir ayağıdır. İkinci ayağı ise kısılan toplumsal harcamalardır. 2025’te genel devlet harcamalarının GSYH’ye göre yüzde 2,5 oranında kısılmasının öngörülmesi boşuna değildir! Üçüncü ayağını ise sermaye tamamlar: Enflasyon fırsatçılığı yapılarak fiyatlar şişirilir; kârlara kâr katılırken toplumun tüketimi de kısılmış olur. Enflasyonun vergi olarak kullanılması zaten devlet tarafının da en iyi bildiği şeydir; asla “hedef enflasyona” göre zam yapılmaz! Sonuçta 2024 yılında olduğu gibi gelirler yönünden GSYH bileşiminde ücret gelirlerinin payı 4 puan azalırken, kâr, faiz, rant gelirlerinin payı 7 puan artıverir!
Bu koşullarda otomobil satışlarında 2024’te rekor kırılması da şaşırtıcı olmaz elbette. Gelir dağılımın bozulması kadar dolar kurunun baskılanması da otomobil talebini ve ithalatını coşturmuştur. TÜFE yüzde 44,38 artarken otomobil fiyatlarının benzinlilerde yüzde 15,58 ve dizellerde yüzde 9,85 artmasından daha büyük bir teşvik olabilir miydi yüksek gelirli kesimlere? Daha mütevazı gelir sahiplerinin payına da ikinci el otomobil satışlarında 2024’ü rekor yılı yapmak düşecektir! Enflasyonun yüksek seyredeceğine dair kaygılar da dayanıklı tüketim malları talebini beslemiştir. Ama bunun 2025’te de sürdürülmesi güçtür. İşte 2025’in ekonomisine bu koşullarda girilmektedir…
SAVUNMA HARCAMALARININ BELİRSİZLİĞİ
Bütün bu olumsuz ekonomik ve toplumsal tabloyu daha da karartabilecek olan gelişme, 2025’te Ortadoğu bölgesinin ısınması olacaktır. Dinci-milliyetçi koalisyonun kâh emperyalizmin kuyruğuna takılarak kâh neo-Osmanlıcı heveslerle bir bölgesel emperyalist güç hevesine kapılarak girişeceği veya sürükleneceği maceraların faturalarının çok ağır olma olasılığı vardır. Bu yayılmacı zihniyet, içerde de sözümona “çözüm” tamtamları çalmaktadır. Anayasayı değiştirme çoğunluğuna ulaşmak için yapmayacağı şey yok gibidir. Öte yandan iç siyasette bol kepçe kullanılan “kaset şantajlarının”, dış siyasette iktidar siyasetçileri için “yolsuzluklar” bağlamında kullanılmayacağının da hiçbir garantisi yoktur. Eğer öyleyse Türkiye, rehin alınmış siyasetçiler elinde ciddi güvenlik sorunları yaşayacağı bir yeni yıla da girmiş olmaktadır.