TÜİK, yayınladığı kadar yayınlamadığı istatistiklerden de sorumlu. Yayınlamadıkları çoğunlukla görevi ihmal kapsamına giriyor. Geçen yılın Haziran ayından beri mahkeme kararına rağmen TÜFE veri tabanını madde temelinde yayınlamıyor olması doğrudan suç kapsamına giriyor.
AKP döneminde tahrip edilen kurumları saymak zordur; tahrip edilmeyen kurumları saymak ise çok daha kolaydır, sıfır sayısı işinizi hemen görür! Bu durumda ağır yara alan kurumları ayırt etmek belki daha anlamlı olabilir. Burada da ikili bir ayırım yapılmalıdır.
Birincisi, tüm toplumu, toplumsal-siyasal ilişkileri hatta toplumun geleceğini etkileme potansiyeli bakımından yaygın hizmet kurumları öncelikle ele alınmalı. Burada adalet/yargı ve eğitim sistemlerinin aldığı (ve almaya devam ettiği) ağır saldırılar elbette başa yazılmalı. TSK’nın ve tüm kolluk güçlerinin ele geçirilme sürecinde uğradığı ağır tahribat da (ki sonuçları görüldü ve görülmekte) bunlara eklenmeli. Bunlar yeni bir rejim inşasının da olmazsa olmaz aygıtları. Elbette kamu sağlık sisteminin aşındırılması ve piyasalaştırılması da bunlara iliştirilmeli.
İkincisi, genel idarenin işletim sistemine ilişkin kurumlar var. Burada denetim kurumlarının tasfiyesi ve/veya işlevlerinin iyice sınırlandırılmasını başa yazmak gerekir. Despotik bir karşıdevrimci rejim inşası ve onun yolsuzluk ekonomisi denetime gelmez. İkinci sıraya ise ekonomiye ilişkin kurumlar yazılabilir. Ama burada da en başa Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) yazılmalı. Çünkü güvenilir istatistiki veriler başta hanehalkını ve onun çıkarlarını savunmak üzere örgütlenmiş siyasal-sendikal kurumlar olmak üzere emek kesimini yakından ilgilendirir.
Sermaye kesimi açısından da alacağı ekonomik kararların güvenilir bir veri tabanına dayanması esas olmalıdır. Olgun bir sermaye sınıfının/burjuvazinin oluştuğu toplumlarda, istatistik kurumunun güvenilmezliğinin en çok bu kesimlerin tepkisini çekmesi beklenirdi. Türkiye’de bu olmuyor. Sadece burjuvazinin oturmamışlığından mı? Yoksa, aynı zamanda, TÜİK denilen istatistik kurumunun iktidarın bölüşüm ilişkilerine sermaye lehine müdahalesinin temel aygıtı durumuna getirilmiş olmasından dolayı mı?
TÜİK DENİLEN KARARTMA KURUMU
TÜİK, yayınladığı kadar yayınlamadığı istatistiklerden de sorumlu. Yayınlamadıkları çoğunlukla görevi ihmal kapsamına giriyor. Geçen yılın Haziran ayından beri mahkeme kararına rağmen TÜFE veri tabanını madde temelinde yayınlamıyor olması doğrudan suç kapsamına giriyor. TÜİK’in yayınlamadığı veya zamanında yayınlamadığı istatistiki bilgiler uzun bir liste tutar. Örneğin pandemi döneminde ölüm istatistiklerini yayınlamaması, Sağlık Bakanlığı’nın (yani iktidarın) pandemiden ölenlerin sayısını düşük gösterme politikasının destek hizmetleri arasında yer alıyordu.
20 küsur yıldır tarım sayımlarını yapmaması; tarım topraklarının mülkiyet ve işletmelere göre dağılımının Türkiye’nin en iyi korunan sırları arasına sokması nasıl bir sorumsuzluktur? Bu koşullarda tarım konusunu çalışan araştırmacıların elini kolunu bağlamak kadar Tarım Bakanlığı’nın da geleceğe ilişkin tarım politikaları oluşturması engellenmiş olmuyor mu? Gerçi Türkiye’de Tarım Bakanlığı’nın böyle kaygıları olduğu çok kuşkuludur; nasıl olsa tarım "politikaları" çokuluslu tekellerin isteklerine göre şekillendirilmektedir. Bir başka olasılık da, TÜİK’in bu verileri oluşturmayı sürdürmesi ancak kamuoyuyla paylaşmamasıdır. Bu çok daha vahim bir durumdur; dahası, uluslararası finans kuruluşları ve küresel tekellere bu bilgilerin sızdırılıyor olma ihtimali de öyle.
TÜİK’in hesaplamadığı daha doğrusu yayınlamadığı veriler arasında, TÜFE’nin çeşitli gelir kategorilerine (başta ücretliler kategorisine) göre ayrıca hesaplanmaması veya kamuoyuyla paylaşılmamasıdır. Aynı şey, gelir dağılımına göre ayrıştırılan nüfus kategorilerine göre (yüzde 20’lik hatta yüzde 10’luk dilimlere göre) TÜFE değerlerinin yayınlanmaması bakımından da geçerlidir. Bereket versin DİSK-AR, TÜİK verilerini kullanarak, gıda maddeleri enflasyonunu yüzde 20’lik nüfus/gelir dilimlerine göre hesaplamaktadır ve böylece tüketim sepetleri içinde gıda ürünlerinin farklı ağırlıklara sahip olduğu alt ve üst gelirli nüfus kategorilerinin maruz kaldıkları gıda enflasyonundaki bariz farklılıklar ortaya çıkabilmektedir.
Sendikalar açısından bu veriler Toplu İş Sözleşmeleri için olsun Asgari Ücret Tespit Komisyonu tartışmaları için olsun, mükemmel dayanak noktalarını oluşturabilir. İktidar yanlısı işçi ve memur konfederasyonlarının bunları gereğince kullanmıyor olmaları, keza TÜİK’e karşı hiçbir eylemli itiraz yöneltmemeleri, büyük sermayeye habire brifing veren ekonomi yönetimini sendikalara açıklama yapmaya zorlamamaları ayrı bir tartışma ve mücadele başlığıdır.
TÜİK’İN SİS PERDESİ ARALANINCA...
Değerli ekonomi gazetecisi Alaattin Aktaş’ın geçen hafta başında TÜİK TÜFE verilerini gruplandırılmamış maddeler bakımından en son açıklanan Nisan 2022 verilerinden türeterek bugüne kadar getirmesi büyük gazeticilik olayıydı ve geniş yankı uyandırdı. TÜİK yönetiminin suç işleme pahasına madde bazında fiyat istatistiklerini niçin yayınlamadığı da daha iyi anlaşılmış oldu. Ülkedeki "ortalama fiyatlar" aldatmacası altında TÜİK’in fiyat endekslerini ne ölçüde baskıladığı/eğip-büktüğü da ortaya çıkıverdi! O kadar ki, TÜİK erişilebilir durumdaki Nisan 2022 öncesindeki gruplandırılmamış madde verilerini de yayından kaldırıverdi!
Aslında TÜİK Başkanının bu vesileyle açıklama yapmaya zorlanması da iyi oldu. Bir yandan sis perdesini sürdürmeye çalışırken bir yandan da iki itiraf yapmış oldu: -Ücretlerin enflasyona etkisinin düşük olduğunu açıklaması (ki bunu TCMB’nin bir raporu da açığa vurmuştu); -Şirketlerin enflasyonist ortamı fırsat bilerek fahiş kârlara yönelmesi ve enflasyonu böylece körüklemesi (tekelci fiyatlamanın kâr itişli enflasyona neden olması olgusunu doğrulayan son zamanlarda yapılmış çeşitli akademik çalışma zaten vardı). TÜİK üzerinden geliştirilen bu savunma pozisyonu, sonuçta Şimşek "programının" gerekçelerini de çürütmüş olması bakımından kayda değerdi. Sermaye (TOBB Başkanı) üzerinden TÜİK Başkanına yöneltilen "toptancı anlayışla bütün şirketler suçlu ilan edilemez" biçimindeki salvolar da, enflasyonun bölüşüm ilişkileri bakımından oynadığı sınıfsal rolün adeta gözlere sokulması anlamındaydı.
Şimşek’in TÜSİAD Yüksek İstişare Konseyi toplantısında yaptığı sunum da uygulanan programa güven sağlanmasının sermaye katında bile iyice zorlaştığını göstermekteydi. Bu nedenle de bu toplantıda Şimşek, tam da parçası olduğu iktidarın eğitime dinci saldırısının dozunu iyice arttırdığı bir anda "son 20 yılda eğitimde sağlanan büyük başarıyla OECD ortalamasına yaklaşıldığından"; gelir dağılımını daha da bozan bir programı uygularken "gelir dağılımının bu programla düzeltileceğinden"; orta gelirli ülkeler düzeyinden yüksek gelirli ülkeler düzeyine çıkılacağından (bunun için AKP’nin ilk dönemlerinde olduğu gibi düşük değerli döviz kurları sayesinde dolar bazında büyümenin hormonlu bir sıçrama yapacağına güvenmesinden); enflasyonun da sanki herkesin bildiği gibi baz etkisi nedeniyle değil de kendi başarılarıymış gibi Temmuz’da yıllık yüzde 60’lar, Ağustos’ta yüzde 50’ler platosuna gerileyeceğinden dem vurarak bir güven gösterisi yapma ihtiyacı duyuyor!
SONUÇ: EN BÜYÜK TAHRİBAT
Tahrip edilen kurumlardan söz ettik ama kuşkusuz en büyük tahribat, toplumun ideolojik dönüştürülmesi alanında yapıldı. Dinci ideolojinin önünün açılması, buna karşılık Cumhuriyetin kurucu partisinin bile laiklik mücadelesini vermekten kaçındığı bir ortamın yaratılmasından daha büyük tahribat ne olabilirdi? Şimdilerde buna yeni bir tahribat ekleniyor: Gelir ve servet bölüşümünde giderek büyüyen eşitsizliğin yanında, adalet sisteminin sürekli adaletsizlik üreterek yarattığı büyük toplumsal çürüme. Her türlü yolsuzluğun/mafyalaşmanın hoş görüldüğü, kolay para kazanmanın meşrulaştırıldığı, geniş kitlelerin büyük bir muhtaçlık ve çaresizlik ilişkisi içine itildiği ve bütün bunların sıradanlaştırıldığı, sonuçta gençlerin gelecek umutlarının söndürüldüğü bir kirli düzen kurulmuş durumda. İşte asıl zorlu mücadele bu alanda verilecek.