Yıllardır TV’de yaptığım programlarda, şimdi de YouTube üzerinden kendi kanalımdaki yayınımda sürekli aynı şeyi söyler dururum. Türkiye’de gazeteci olmanın büyük bir avantajı vardır. Öteki ülkelerde çalışan meslektaşlarımız için, sabah kalkınca “Acaba bugün dişe dokunur bir haber var mıdır?” şeklinde bir kaygı söz konusu iken, bizim öyle bir derdimiz yoktur. Tam tersi, “Bu kadar haberi bültene yahut programa nasıl sıkıştıracağım/sığdıracağım?” diye bir derdimiz vardır.
Ama bundan daha vahim bir durum da şudur: “Bunca pisliği bunca kokuşmuşluğu yazıp anlattıktan sonra, klavyemi, kalemimi, mikrofonumu, dilimi nasıl dezenfekte edeceğim?” demek zorunda kalırız.
Örneğin bir sabah kalkıyorsun ve seçim sistemindeki yamuklukları, geçmişte neler yaşandığını ve eğer “bir elektronik oylama sistemine geçilirse, bunun (iktidar açısından ve iktidar eliyle) daha kolay maniple edilebileceğini, bundan endişe ettiğini” söyleyen bir muhalif aydın, kısa bir sorgunun ardından hapse atılıyor.
Tutuklamanın sadece istisnai durumlarda bir “seçenek” olmaktan çıkarılıp, bir “cezaya” dönüştürülmesinin kim bilir kaç yüzüncü örneğine tanık oluyoruz.
Nasuh Mahruki’den söz ediyorum.
Kaçma şüphesi ya da delil karartması (zaten, yazılmış tweet’in nesini karartacaksın?) ya da başka tanıklara baskı yapıp etki etmesi de söz konusu olmayan bir durumda, adamı tıkıverdiler içeri.
Amaç belli. Yargı, emniyet sopasını sallayarak, “Silivri sopası” ile toplumun geri kalan kesimine korku ve endişe salmak. “ayağınızı denk alın” mesajı.
∗∗∗
Yine aynı gün, Parlamento’da muhalefet milletvekillerinin gerçekleştirdikleri bir protesto eylemine, İçişleri Bakanı bizzat gövdesini ortaya koyarak fiilen müdahale ediyor ve o esnada da, bir haber kameramanının kamerasına vurarak çalışmasını engelliyor. Hani, sokakta sıradan bir polis yapsa, kendisine şikâyet edeceğimiz bir şahıs bu Bakan Bey. Kimi kime şikâyet edeceğiz yani?
Bunları izler ve burnumuzu kokudan sakınmak için tutmaya çalışırken, bir haber düşüyor önümüze:
“Bütün ticari araçlara ve akaryakıt istasyonlarına elektronik taşıt tanıma sistemi takılacakmış. Kim nereden, ne zaman, hangi araçla, ne kadar yakıt aldı bilinsin diyeymiş. Bunun için araç sahipleri ve düzeneğin kurulacağı yakıt istasyonlarına 48 milyar TL gibi bir masraf kapısı (devlete ve arada bu işi üstlenecek yandaş uyanıklara) ve gelir kapısı açılacakmış.”
Tam bir “Hayırlı işler beyler!” haberi...
Pis koku daha da kesif bir hale geliyor.
Akşam oturuyorsun TV başına.
“Pat” diye bir bomba haber daha patlıyor.
Aslında sürpriz değil, çünkü o koku da epey bir zamandır gelmekteydi burunlarımıza.
3 MHP’li milletvekili (eğer iddialar doğruysa) “Milletvekili olmaktan kaynaklı VIP geçiş imtiyazını kullanarak altın kaçakçılığı olaylarına karışmışlar.”
Bir tanesinin, bir defada 60 kg altını yurda soktuğu söylentileri dolaşıyor.
Tabii, bunu kendi kazançları için mi yaptılar? Başka birilerinin parası mı aklanıyor? Kim bunlar? Sadece bir defa mı yapmışlar? Yoksa yıllardır bu imtiyazı kullanarak başkaları da, kim bilir kaç yıldır yapıyor? Ve kaç kilo (ton, yüz ton, bin ton) getirildi ya da götürüldü bu şekilde? Bu çarkı kim kullanıyor? O rant nerede kullanılıyor?
Daha bir yığın soru.
Ve daha da berbat bir pislik kokusu.
Burundan mideye ulaştı ve artık aşırı derecede bulantı kaynağı oldu bile.
∗∗∗
O sırada, bir maden ve santralda çalışan 500 işçinin, protesto eylemi için kendilerini madene kapattıkları haberi geliyor. Konu, kâr eden bir devlet kurumunun özelleştirilmesi.
Kime niye peşkeş çekilmek isteniyor? Zaten geriye çok az kalmış, kamunun elindeki bu değerler.
Al sana bir başka “pis koku bombası”
Dayanılacak gibi değil.
Derken, internet sitelerine düşen bir başka haber.
Geçmişi ve zikzakları malum bir siyasetçi eskisi, bazı çevrelerde de asla hak etmediği “sol” etiketi ile pazarlanan bir şahıs, iktidar mahfilleri, Kürt siyasetçiler ve İmralı arasında bir tür “iş bitirici” olarak sözde çözüm süreci sahtekarlığının tam orta yerinde boy göstermeye talip olmuş.
Kala kala ona kalmış yani bu meseleyi çözmek.
Sorular peş peşe. Kokular da adeta bir tiksindirici bombardıman gibi fışkırıyor her bir haberin her satırından.
TV’lerde bir takım kiralık ve cumhuriyet düşmanı kalemler ve ağızlar, devletin kurtarıcı-kurucu babası ATATÜRK’e açıktan sövemedikleri için, Harp Okulu mezunu teğmenleri gösterip, ellerinde vicdanları gibi vıcık vıcık yağlı urganları sallayarak, “Örgütlü bir eylem, darbe-marbe” muhabbeti yapıyorlar, mütemadiyen.
Bir yanda, bütün bunların seslerine ve kokularına karışan “Yenidoğan Çetesi” davası.
Özel sağlık sistemini icat eden, semirten, alkışlayan, devletin sağlık alanından hızla çekilmesini yücelten ve öven ağızlar ve kalemler, şimdi utanmadan “Baksanıza şu özel hastanelerde neler dönüyormuş” ikiyüzlülüğü ile vırvır ediyorlar.
Vay canına... Özel sağlık kurumlarına bakın. Neler oluyormuş da haberimiz yokmuş(!)
Velhasıl sıradan bir günde, bunca pislik ihtiva eden bunca haber, hepsi bir arada önümüze düşüp, kulaklarımızı gözlerimizi. dillerimizi kirletiyor, zalimce.
Eğer “koku” denen şeyin bir ölçü birimi varsa, bunun adı “ifradın da ötesi” bir şey olmalı.