CHP GENEL BAŞKANI KEMAL KILIÇDAROĞLU, TBMM CHP GRUP TOPLANTISINDA KONUŞTU

Okunma Sayısı: 14899    |    Haber Tarihi: 24.11.2020

Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun TBMM CHP Grup Toplantısında yaptığı konuşma şöyle:

Değerli arkadaşlarım; televizyonları başında, sosyal medya hesaplarında veya radyolarının başında bizi izleyen saygıdeğer vatandaşlarım; Cumhuriyet Halk Partisi Grubu’ndan hepinize en içten sevgilerimizi, saygılarımızı ve muhabbetlerimizi gönderiyoruz. Umarız kavgasız gürültüsüz bir hafta geçirmiş oluruz.

Değerli arkadaşlarım; geçen hafta Diş Hekimleri Günü’ydü. Onlar da pandemi süreci içinde ellerinden gelen bütün çabayı gösterdiler, onlar da mücadele ettiler, onlara da şükran borçluyuz.

Bir şeyi unutamıyorum: Eğer bir anne çocuğunu bulamazsa, görevliler tarafından alınan ve 39 yıldır hasretini çektiği evladını bulamayan bir annenin dramını unutamıyorum. Zeycan Yedigöl; 10 Nisan 1981 günü evladı alındı. Tam 39 yıldır mezarını arıyor, tam 39 yıldır. 39 yılın sonunda kendisi hayata gözlerini kapadı. Allah rahmet eylesin diyoruz. Bir anne, evladına hasret toprağa verildi. Demokrasinin olduğu bir ülkede bunlar olur mu arkadaşlar? Adaletin olduğu bir yerde bunlar olur mu? Üstelik Zeycan Yedigöl, 2011 yılında Erdoğan'la görüştü. "Evladımın öldüğünü biliyorum. Artık bu saatten sonra yok ama en azından mezarını gösterin; nereye defnedildi gösterin, gidip başında bir Fatiha okuyayım. Elini mezar taşına süreyim." Ama bu olmadı. Bütün bunlar bizim unutmamamız gereken olaylarıdır. Eğer biz Cumhuriyet Halk Partililer olarak haksızlığın ve adaletsizliğin karşısında susarsak, görevimizi yapmamış oluruz. Millete karşı görevimizi yapmamış oluruz. Biz Cumhuriyet Halk Partiliyiz. Bizim konumumuz, bizim durumumuz, bizim dünyaya bakışımız, bizim Türkiye'ye bakışımız, bizim insanlara bakışımız daha farklıdır. Biz insanlar arasında ayırım yapmayız. Hangi görüşten olursa olsun, her insanın görüşü saygıdeğerdir. Hangi kimlikten olursa olsun, her insanın kimliği saygı değerdir. Hangi yaşam tarzından olursa olsun, herkese saygı duymak Cumhuriyet Halk Partililerin temel görevidir. Bizi diğer partilerden ayıran temel nokta budur. Bizim sevdamız Türkiye'dir, Türkiye'de yaşayanlardır; bayrağımızdır, vatanımızdır. Biz ayrım yapmayız. Haksızlığa tahammül etmeyiz. Kim olursa olsun, kim haksızlığa uğradıysa onun yanında olmak, o haksızlığı gidermek bizim temel görevimizdir. Tarihin bize yüklediği böyle bir sorumluluk var. Bu tarihi sorumluluğu bugüne kadar genel başkanlarımız getirdi, biz de bundan sonra götürmek zorundayız.

Değerli arkadaşlarım; elbette adalet diyoruz. Adaleti sağlayacak olan kişiler hakimlerdir, yargı makamında kürsüde oturanlardır. Sadece hukuku değil, vicdanının da sesini dinlemek zorundadır hakimler. Adalet öyle gerçekleşir. Kanun çıkarmakla adalet gerçekleşmez. Adalet, önce insanın vicdanında olmalıdır, vicdanında, ahlakında olmalıdır, erdeminde olmalıdır, bilgisinde olmalıdır, düşüncesinde olmalıdır. Adalet budur.

Bostancı-Dudullu metro hattında iki işçi hayatını kaybetmişti. O iki aileyi ziyaret etmiştim ben ve arkadaşlarım. Sayın Akif Hamzaçebi'de "davaları ben izleyeceğim" demişti. Bizden onu istemişti aileler; "bizi yalnız bırakmayın ama davalarımızı izleyin." Dün tarihi bir karar çıktı. 5'li çete diye tanımladığımız grubun yaptığı metro inşaatında, bu firmaların yetkilileri ve alt yüklenici firmaların yetkilileri ertelenmeksizin 6 yıl 8 ay hapis cezasına çarptırıldılar. İki işçinin hayatı... Adalet bir şekliyle yerini buluyor arkadaşlar. Karşı taraf çok güçlü, dolayısıyla yargıyı etkileyebilir. Ölen kişiler suçlu ilan edilebilir. Ama her şeye karşın bu memlekete hakimler var. O hakimleri şükranla anmak, saygıyla anmak da bizim temel görevimiz.

Değerli arkadaşlar; devlet dediğiniz kurumun temeli adalettir. "Devletin dini adalettir" diyor Hazreti Ali. Devletin dini adalettir. Adaleti sağlayacak olan kurumlardır, sadece hakimler değil. Örneğin bir vali devlet adına konuşabilir. Devleti temsil eder bulunduğu ilde. Çünkü 3 kişiye arabasında Türk Bayrağı taşıma yetkisi verilmiştir, bulundurma yetkisi vermiştir. Bunlardan birisi de validir. Vali, sıcak siyasetin içine girmez. Devlet adamı gibi konuşur. Bütün beldeye, bulunduğu ildeki herkese eşit mesafede davranır. Devlet olmanın, adalet getirmenin, vatandaşlar arasında ayırım yapmamanın ölçüsü valide belirlenir. Vali taraf tutuyorsa, bir grup insanı devre dışı tutuyorsa, bazı insanları şu veya bu şekilde düşüncelerini açıkladılar diye azarlıyorsa, bu olmaz. Vali, devlet adamı gibi davranmak zorundadır. Çünkü valilik makamı sıradan bir makam değildir.

Bu girişi şunun için yaptım: Diyarbakır Valimiz bir açıklama yapıyor işsizlikle ilgili. "Mesele işsizlik değil. Mesele mesleksizliktir. Mesele iş beğenmemezliktir" diyor Diyarbakır'da. Yani iş var ama işi beğenmeyen yüzbinler var, bunlar iş beğenmiyorlar. Bu anlama geliyor. Bunun üzerine il başkanına telefon ettim. Dedim ki: "Gerçekten de Diyarbakır'da iş var ama o işi yapacak insan yok. Yani gerçekten böyle bir tablo var mı?" dedim. "Hayır efendim böyle bir şey yok. Binlerce insan işsiz" dedi. "İş Bulma Kurumu geçici 6 aylık, 7 aylık, 8 aylık geçici işçi ilanı verdiği zaman, insanlar kilometrelerce kuyruğa gidiyorlar" dedi. "Kadını, erkeği, yaşlısı hepsi giriyorlar" dedim Ne yapıyorlar? Tuvalet temizleyecekler, masaları silecekler, sandalyeleri silecekler ama üniversite mezunu bile buna razı. Valiliğe gittiler; "Biz bir ayrım yapmıyoruz, hepimiz iş istiyoruz, bize iş ver. Hangi iş olursa olsun" polis alarma geçti, valiliğe yaklaşamazlar. Sayın Valim, bu tür laflar size yakışmaz, siz valisiniz, devletin valisisiniz. İşsiz var mı? Var, dünya kadar işsiz var. Sadece Diyarbakır'da mı? Hayır. 81 il var, 81 ilin tamamında yüz binler işsiz yüz binler, yüz binler... On binler yatağa aç giriyor, on binler.

Değerli arkadaşlarım; hak arayanların önüne baraj koyuyorsunuz. Gebze'de işçiler işten atılmışlar, bir kısmı da ücretsiz izne çıkarılmıştır. Hak arıyorlar, "aç kalacağız" diyorlar bunlar. "Ankara'ya gideceğiz." Polis engel oluyor. Yani Anayasa açıkça çiğneniyor. Şiddet yapsalar, şiddet uygulasalar, yani masayı, sandalyeyi, durağı, vesaire kırıp dökseler, "haklısın, bu olmaz” diyeceğiz. Ama bu insanlar iş istiyorlar, hak istiyor, ekmek istiyorlar, çalışmak istiyorlar. Sen yasak getiriyorsun, şiddet uyguluyorsun, polis aracılığıyla şiddet uyguluyorsun. Şiddet kimden gelirse gelsin hepimiz karşı çıkmak zorundayız. İnsana saygı duymak zorundayız.

Bu arada değerli arkadaşlarım, hiç tahmin etmediğimiz bir başka gelişme daha oldu. Bizim bir gemimiz uluslararası sularda durdurularak usulsüz bir şekilde baskın yapıldı ve arandı; kaptan dahil, eller havada. Ne oluyor Allah aşkına, ne oluyor? Benzer bir olay nerede olmuştu? İsrail'e gidişte olmuştu. Yine uluslararası sularda İsrail askerleri inmişlerdi ve bizim vatandaşlarımızı silahla öldürmüşlerdi. Biz dava açtık, hep birlikte karşı çıktık. Ne oldu? Bir gece yarısı Meclis'ten bir çıkan kanunla Türkiye Cumhuriyeti Devleti açtığı davadan vazgeçti. Acaba Ak Partili kardeşlerim bunu biliyorlar mı? Filistin davasına sahip çıkmak için oraya gidenler öldürüldüler, hakları bile verilmedi. Tazminat istendi, İsrail dedi ki: "Ben tazminat vermem" dedi "ama bir vakıf gösterirseniz o vakfa ben bağışta bulunabilirim." Utançlarından, kimse duymasın diye bunu gece yarısı Meclis'ten bir kanunla geçirdiler. Benzer bir olay şimdi yaşanıyor. Almanya'yı da İtalya'yı da şiddetle kınıyoruz, bizim gemimize uluslararası sularda yaptıkları baskı dolayısıyla, baskın dolayısıyla. Hükümetten bu konuda çok açık, çok net bir yanıt bekliyoruz. Çok açık ve çok net.

Şunu da ifade edeyim: Evet biz çağdaşlaşmak, uygarlaşmak istiyoruz. Ama Batı'nın Türkiye'ye karşı çifte standart uyguladığını hepimiz biliyoruz. Ben bunu her yerde söyledim, Brüksel'de de söyledim. "Siz samimi değilsiniz" diye Avrupa Birliği yetkililerine söyledim. "Türkiye'ye karşı çifte standart uyguluyorsunuz" dedim. En açık örneğidir: Kıbrıs’ta referandumdan sonra doğrudan ticaret tüzüğünü işleme koymadılar. Hâlâ bekliyor hâlâ, aradan yıllar geçmiş olmasına rağmen. Tek dillendiren Cumhuriyet Halk Partisi'dir. Türkiye'de eserler, gürlerler, oraya gittiklerinde de kapı arkasında esas duruşta "talimatınız var mı?" derler. Türkiye Cumhuriyeti Devleti'ni yönetenler böyle bir tabloyu maalesef sergiliyorlar.

Grup Başkan Vekilimiz toplantıyı açarken "24 Kasım Öğretmenler Günü" dedi. Değerli arkadaşlar; bir ulusun, bir milletin en güçlü kaynağı, en zengin kaynağı, yetişmiş insan gücüdür. Bir ülkede yetişmiş insan gücü varsa, o ülke dünyanın en zengin ülkesidir. Petrolü olan ülkeleri görüyorsunuz ama yetişmiş insan gücü olmadığı için o petrol onların başına bela oluyor. Büyüyemiyorlar, gelişemiyorlar; sanatı kültürü yaratamıyorlar.

Peki, yetişmiş insan gücünü, yani bir ülkeyi dünyada söz sahibi yapan yetişmiş insan gücünü yetiştirenler kim? Öğretmenler. O nedenle öğretmenler, dünyanın bütün saygın ülkelerinde el üstünde tutulurlar. Öğretmenler, dünyanın bütün saygın ülkelerinde en başta saygı duyulacak kişi olarak görülürler. Öğretmen budur. Öğretmenler, sadece çocuklarımızı yetiştirmezler aslında. İçinde bulundukları toplumun kanaat önderleridir. Toplum onlara öyle bir misyon yüklemiştir. Kırsalda veya kasabada derdi olan birisi "bunu en iyi öğretmen bilir" diye gider, öğretmenin kapısını çalar "Öğretmenim ne yapayım, hocam ne yapalım?" diye. Öğretmenin toplumda böyle bir önemi vardır. Öğretmen aynı zamanda hiçbir mesleğe nasip olmayan bir güven timsalidir. Bütün anneler, babalar çocuklarını büyük bir özgüven içinde getirir, öğretmene teslim ederler. Öğretmen, bütün sevgisiyle çocuğu kucaklar, onu yetiştirir, sorunlarını çözmeye çalışır. Okulda anne ve baba görevini üstlenir. Aynı zamanda o çocuğumuzu yetiştirir ve eğitir. Öğretmen, yaşam boyu eğitimin ne kadar önemli ve değerli olduğunu çok iyi bilir; yaşam boyu eğitim. Bilginin ve teknolojinin bu kadar hızlı değiştiği bir dünyada, yaşam boyu eğitimin ne kadar değerli olduğunu biliyoruz. Öğretmen, hem kendisi hem yetiştirdiği çocukların yaşam boyu eğitime önem vermelerini ister. Bu da önemli bir noktadır. Öğretmen, aynı zamanda hepimizin ilham kaynağıdır. Müziği o sevdirir, resmi o sevdirir; soru sormayı, meraklanma duygusunu o geliştirir. Sorun çözmeyi o bize öğretir. Toplum içinde nasıl davranmamız gerektiğini, arkadaşlarımıza İlişkilerimizi öğretmenlerimiz bizi öğretirler. Dolayısıyla öğretmen, aynı zamanda toplumun bugününü ve geleceğini de belirleyen ve terbiye eden bir kimliğe sahip. Öğretmen bu kadar değerlidir. Öğretmenlerle konuşurken bir öğretmenim şunu söyledi: "Güneşten insan, öğretmen." Cümlesine öyle başladı. Güneşten insan öğretmen, evet. Bizim aydınlanmamızın kaynağı da öğretmendir. Hayata bakmayı, hayatı sorgulamayı, aydınlanmayı sağlayan öğretmenlerimizdir. Biz hep Türkiye'nin beş temel sorundan söz etmiştik, sık sık dile getiririz. İkinci Yüzyıla Çağrı Beyannamesi'nde de Türkiye'nin beş temel sorunu ve sorunların nasıl çözülmesi gerektiğine de özellikle parmak basmıştık. Bunlardan birisi eğitimdir.

Bir ülke dünyada söz sahibi olmak istiyorsa, saygın olmak istiyorsa, büyük buluşlara imza atmak istiyorsa, eğitime önem vermek zorundadır. 20’nci Yüzyıl'da eğitim reformunu en başarıyla gerçekleştiren ülke Finlandiya'dır. Partilerin yapmadığı, iktidar partisinin dahi yapmadığı bir şeyi Cumhuriyet Halk Partisi olarak biz yaptık. Finlandiya da eğitim reformunu gerçekleştiren bakan yardımcısını Türkiye'ye davet ettik ve reformu nasıl gerçekleştirdiklerini, sonuçlarının ne olduğunu kendisinden dinledik. Gönül isterdi ki Milli Eğitim Bakanlığı'nın bütün kadroları da orada olsaydı ama olmadı. Eğitim bu kadar önemliyken, bir toplumu çağdaş uygarlığa ulaştıracak olan ana aktör iken eğitim, eğitimimiz gerçekten milli mi? Gerçekten milli mi? Eğitimimiz gerçekten de hem milli, hem evrensel değerlerle uyum içinde mi? Eğitim politikası bir milli politika olarak belirlendi mi; iktidarıyla, muhalefetiyle ve eğitimin bütün bileşenleri ile bir araya gelip? Çünkü muhalefet olarak benim çocuğum okula gidiyorsa, iktidar partisinden milletvekilinin çocuğu da oraya gidiyor. Aynı öğretmenden ders görüyorlar, aynı okula gidiyorlar. O nedenle zaten eğitimin milli olması lazım. Ne diyoruz? Milli Eğitim Bakanlığı, gerçekten milli mi? Eğitim politikasını belirleyenler eğitimin önemini biliyorlar mı acaba? 7 bakan değişti, 7 Milli Eğitim Politikası oluştu. En temel düzеnlеmе, 5 AK Parti milletvekili tarafından kanun teklifi olarak verildi; hiçbirisi öğretmen değildi.

Bunu çocuklarını okula gönderen Ak Partili annelere söylüyorum, Ak Parti'ye oy veren annelere söylüyorum: Senin çocuğunu 18 yıldır denek olarak kullanıyorlar. "O olmadı, bunu yapalım, o olmadı bunu yapalım, o olmadı bunu yapalım." 18 yıldır Türkiye Cumhuriyeti'nde bütün çocuklar denek olarak kullanıldı. Yani kobay gibi kullanıldı. Bunu her yerde söyledik ama biz bunu düzelteceğiz. Öğretmene, cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren büyük önem verilmiştir, ilk yıllarından itibaren. Bakın 1924 yılında çıkan bir kanun var, 439 numaralı kanun. Kanunun 19’uncu maddesinde öğretmenler devlet protokolünde yer alıyor. Yasayla yapıyorlar bunu.

Şimdi bakın: Öğretmenler Günündeyiz, öğretmenlerin sevinmesi gerekmez mi? Hepimizin birer kır çiçeği alıp, öğretmenlere gitmemiz gerekmez mi? Öğretmenin sevinç içinde o gün bütün çocukları kucaklaması gerekmez mi? Öğretmenler Günü'nde öğretmenlerin dertleriyle uğraşıyoruz arkadaşlar. Geldiğimiz nokta budur. Devlette liyakat çökünce ve liyakatin yerini torpil alınca; niteliksiz, eğitimden bihaber pek çok kişi eğitimi yönlendirmek için belli pozisyonlara getirildi ve sonuçta bugünkü noktayla karşı karşıya kaldık. Bir sorunlar yumağı içinde eğitim sistemimiz. Kadrolu öğretmen var, ücretli öğretmen var, sözleşmeli öğretmen var. Aynı derse giriyorlar. Birisi 100 lira alıyor, birisi 50 lira alıyor, birisi 25 lira alıyor. Aynı mesaiyi harcıyorlar, aynı süre çalışıyorlar, aynı okula gidiyorlar ama her birisi farklı. Niçin? Bu mudur adalet? Eğitimde de adalet istiyoruz. Öğretmenlere de adalet olması lazım. Öğretmenler geçinemiyorlar. Ne dedik? Az önce ifade ettim, dünya değişiyor. Yaşam boyu eğitim... Öğretmenin sanatı bilmesi lazım, kültürü bilmesi lazım; tiyatroyu, sinemayı, yeni çıkan eserleri, romanları, öyküleri, bilim kitaplarını, bilim dergilerini okuması lazım. Hangi parayla? Geçinemiyor.

Değerli arkadaşlarım; sözde bir Fatih Projesi yapmışlardı. Dünyanın parasını harcadılar. Öğretmenlere ücretsiz bilgisayar vereceklerdi, vermediler. Nereye gitti para? Hâlâ belli değil, hâlâ belli değil. İnternet üzerinden eğitim yapıyoruz EBA sistemiyle, 3 milyon 37 bin öğrencinin interneti yok. 21 inci Yüzyıl'dan söz ediyorum ve 18 yıldır ülkeyi yönetiyorlar. Bir öğretmen arkadaşım şunu söyledi: Öğretmenlerle konuşurken son 10-15 yılda öğretmenlik çok değersizleştirildi" dedi. "Eskiden toplumda çok saygın bir konumdaydık, bizi değersizleştirdiler." Sevgili öğretmenim, benim ve Cumhuriyet Halk Partililerin görevi, seni toplumun en saygın kişisi konumuna getirmektir. Bunun sözünü veriyorum size, bunun sözünü veriyorum.

Bir başka öğretmen: "Kendimizi bazen çok yalnız hissediyoruz." Sorun anlatacak, kimse dinlemiyor. Bir başka öğretmen: "Bize buzdolabı soruyorlar, evinizde buzdolabınız var mı?" diye. 18’inci Yüzyıl'ın ürünü buzdolabı. “Bize buzdolabını değil, ‘evinizde bilgisayar var mı, internet var mı?’ diye sorun" diyorlar. Ama bu soruyu sormak onların akıllarına gelmedi, yönetenlerin akıllarına gelmiyor. Neden? Çünkü yönetemiyorlar.

Atama bekleyen öğretmenler... Üniversiteyi bitirdiler öğretmen olmak için, hazırlık yaptılar. Pırıl pırıl öğrencilerle karşılaşacaklar. O öğrencileri alıp, yetiştirecektir. Belki okulun badana boyası eksiktir diye badanasını, boyasını yenileyecekler. Kendi imkanlarıyla çocuklara bazı imkanlar sağlayacak, kampanyalar açacak. Çocukların gülmesini, koşmasını, eğlenmesini teneffüste büyük bir keyifle izleyecek. Üniversiteyi ise annesi babası zaten zor koşullarda okuttu onu ama bugün yüz binlerce öğretmen atama bekliyor, yüz binlerce. Hani bütün okullarınız ihtiyaca cevap veriyorsa, hani bütün dershanelerde 15-20 kişilik öğrenciler okuyorsa; hani bütün öğrencinin olduğu her yerde, çocuğun olduğu her yerde okullarımız varsa ve bütün bu okullarda öğretmenler varsa diyeceğiz ki: "Her şey tamam kardeşim. Demek ki bir başka sorunumuz var, planlama sorunumuz var" diyeceğiz. Ama değerli arkadaşlarım Sayıştay'ın raporu yeni çıktı. Üstelik Sayıştay, Türkiye Büyük Millet Meclisi adına denetim yapan bir kurum. Diyor ki: "138 bin 393 öğretmen eksiği var." 138 bin 393 öğretmen eksiği var ve dışarıda da atama bekleyen yüz binler var. Niye yapmıyorlar? Soru bu: Neden yapmıyorlar?

3600 ek gösterge, ilk dile getirdiğimizde itiraz ettiler, para yok, falan filan. Sonra onlar da dediler ki: "Öğretmenlere 3600 ek gösterge vereceğiz." Güzel. En yetkili kişi söyledi. Çünkü AK Parti diye bir parti yok, bir kişi var, o kişi de dedi ki: "Öğretmenlere de, imamlara da, polislere de 3600 ek gösterge vereceğiz." Güzel, bizde alkışladık çok teşekkür ederiz diye. Yıllar geçti, 3600 ek gösterge verilmiyor. Emekliliği gelmiş olan öğretmenler 3600 ek göstergeyi bekliyorlar. "3600 ek gösterge verilsin ki, emekli olalım" diyorlar. 100 binin üstünde öğretmen emekliliği bekliyor, 3600 ek göstergeyi bekliyor. Verin 3600'ü, söz verdiniz. 138 bin öğretmen açığının üzerine bir 100 bin daha eklenecek. Köy okullarının açılması gerekiyor. Taşımalı eğitime son verilmesi lazım.

Bir öğretmen şunu söylüyor: Taşımalı eğitimde çocuk okula sabah kahvaltısı yapmadan geliyor. Çünkü hızla hazırlanması, arabaya yetişmesi ve okulda derse belli bir saatte gelmesi lazım. Yazık günah değil mi bu çocuklara? Öğretmen var, güzel. Okul var, o da güzel. Niye açmıyoruz köy okullarını? Neden bunlar görev yapmıyorlar orada? Bunların açılması lazım. İkili eğitim, sabahçılar, öğlenciler; Ankara, İstanbul, İzmir, Anadolu'nun diğer yerlerinden söz etmiyorum. Bir sınıfta 50 kişi, 60 kişi öğrenci var. Bunlara son verilmesi lazım. Ayrıca kronik rahatsızlığı nedeniyle şu anda eğitime devam edemeyen 20 binin üstünde öğretmen var. Ama dışarıda heyecanla okulunu bekleyen yüzbinler var. Doktora yapıp çekirdek satan, atama bekleyen öğretmen var. Pazarlarda esnaflık yapan, atama bekleyen öğretmen var. Kağıt toplayıp, topladığı kağıdı satıp, oradan gelir elde etmek ve çocuklarını geçindirmek için çabalayan, atama bekleyen öğretmen var. 21’inci Yüzyıl'ın Türkiye'sinin en büyük ayıbıdır bu, en büyük ayıbıdır. Üniversiteyi hangi koşullarda okuduğunu biliyorlar mı acaba bu Türkiye'yi yönetenler? Üniversiteyi bitirdikten sonra çöpten kağıt toplayıp geçimini sağlamak zorunda olan bir öğretmenin dramını biliyorlar mı acaba? Bilmiyorlar. Bütün bunların tamamı bir siyasi tercihtir. Hem atama bekleyen, hem de şu anda görevde olan öğretmenler için söylüyorum: Bütün bunların tamamı bir siyasi tercihtir. Parayı nereye harcayacak? Eğitime mi harcayacaksın, Londra'daki tefecilere mi vereceksin? Karar budur. Beşli çeteye milyar dolarları mı aktaracaksın, yoksa bu ülkenin pırıl pırıl gencecik çocuklarını eğiten öğretmenlere imkan mı sağlayacaksın? Bu bir siyasi tercih.

Öğretmenlere şunu söyledim: Size söz verildi mi 3600? Söz verildi. Şunu yapacaksınız: Bu parti ayrımı kadar yanlış bir şey yok. "Efendim biz işte bilmem falan sendikayız, biz dolayısıyla iktidardan destek alıyoruz." Destek alsan sana 3600 ek gösterge verirler. Seni kandırıyorlar kardeşim. Sana 3600 ek gösterge sözü verip, 3600 ek gösterge vermiyorlarsa "sana oy yok" diyeceksin kardeşim, "sana oy yok."

Bunlar tercihi öğretmenden yana kullanmıyorlar. Atama bekleyen öğretmenler kampanya açtılar, "60 bin kişi atansın" diye. Sayıştay'ın raporu var "138 bin öğretmene ihtiyaç var" diye. Yapmıyorlar. Yapamazlar arkadaşlar, yapmazlar zaten. Yapmazlar. Çünkü onların amacı farklı. Çünkü onlar diyorlar ki: "Nasıl olsa bu öğretmenler ne yaparsak yapalım, gelip bize oy verecekler" diyorlar. Tıpkı esnaflara yaptıkları gibi. Kampanya açın arkadaşlar, gayet basit. 3600 ek gösterge vermiyorsan, sana oy yok arkadaş. Bitti, bu kadar basit. Sözü sen verdin, sözü o verdi. Talimatı verirse bugün öğleden sonra 3600 ek gösterge çıkar. Zaten biz kanun teklifini vermişiz, onlar da versinler; parlamentodan oybirliğiyle çıksın. Olmuyor. Şimdi ne yapmalı?

Şu soruyu öğretmen arkadaşlarım ve atama bekleyen öğretmen arkadaşlarım sorabilirler: "Ya eleştiri güzel de arkadaş, siz iktidar olunca ne yapacaksınız?" Bu da güzel bir soru, aslında siyaseten sorulması gereken bir soru. Biz ne yapacağız?

1) Öğretmenler Meslek Kanunu çıkaracağız. Öğretmenleri devlet memurları kanundan çıkaracağız. Hakimler ve savcılar için nasıl ayrı bir kanun varsa, öğretmenler için de bağımsız ayrı bir kanun olacak. Öğretmenler Meslek Kanunu... Diğer devlet memurlarından ayıracağız.

Öğretmeni toplumda en saygın konuma getireceğiz. "Ben öğretmenim" dediği zaman, herkes saygı duyacak. Özel bir yasası olacak öğretmenin, özel bir yasası olacak; bunu yapacağız.

2) Hiçbir öğretmen, hiçbir öğretmen, yoksulluk sınırının altında maaş almayacak. Hiçbir öğretmen... Öğretmeni açlığa, yoksulluğa mahkum ettikten sonra, o öğretmen benim çocuğumu nasıl eğitecek? Aybaşını düşünecek, "nasıl geçineceğim?" diye. Yoksulluk sınırı değerli arkadaşlar 7 bin küsur liraydı en son Türk-İş'in yaptığı açıklamalara göre. Açlık sınırı da asgari ücretin zaten üstünde. Eğer bir öğretmeni yoksulluğa mahkum ederseniz, ondan istediğiniz verimi alamazsınız. Her yerden keseceğiz; tasarrufsa her yerden tasarruf yapacağız. İmkansa, bütün imkanlarımızı kullanacağız. Bu ülkede öğretmen yoksulluk sınırının altında maaş alamaz; bunu yapacağız.

3) Eğitim yatırımları için özel yasal düzenleme yapacağız. Bursa'da deprem dolayısıyla çok sayıda okul yıkıldı. Yıllardır yapılmıyor, yıllardır. İkili eğitim var okullarda; Ankara'da, İstanbul'da, İzmir'de. Yani bırakın Doğu'dan, Güneydoğu'dan vazgeçtik. Niye yapılmaz bu okullar? Para yok. Milli Eğitim bütçesinde, Türkiye'nin toplam yatırımının en az yüzde 18'i Milli Eğitim Bakanlığı'nın yatırımlarına gidecek; en az yüzde 18. Böylece çocuklar güvenli okullarda, öğretmen de pırıl pırıl okullarda çocuklara ders verecek. Bu imkan var mı? Var. Yapabilir miyiz? Yapabiliriz. Bu nedir? Bu bir siyasi tercihtir. Onların tercihi öyle, bizim tercihimiz böyle. Kararı kim verecek? Öğretmen verecek; sandığa gidince öğretmen verecek.

4) Köy okulları yeniden açılacak. Atama bekleyen yüzbinler var. Her birisi gidecek oralarda pırıl pırıl çocuklarımız var, onlara ders verecekler.

Eğitimin tüm bileşenleri ile oluşturulacak bir politika ile eğitim, üretime dönük olacak, çağdaş olacak eğitim. Bunun ilk basamağı bütün organize sanayi bölgelerinde teknoloji liseleri kuracağız, bütün organize sanayi bölgelerinde. Bu okullar, Milli Eğitim Bakanlığı ve organize sanayi bölgesi yönetimi ile müşterek yönetilecek. Tüm altyapısı organize sanayi bölgesi yönetimi tarafından sağlanacak. Bu okullar yatılı olacak. Bu okullar en az 6 yıl olacak. Üçüncü sınıftan itibaren öğrenci, ilgili fabrikaya, eğitim gördüğü alanın üretim yapan fabrikasına gidecek ve orada staj yapacak. Staj yaptığı yıllarda onun sosyal güvenlik primini devlet ödeyecek. Aileye asla bir yük olmayacak ve bu öğrenci üniversiteye gitmek istiyorsa, izdüşümü fakültenin sınavına girerken artı 5 puanla girecek. Böylece eğitimin temelden üretime dönük, teknolojiye dönük, bilgiye, bilime dönük yönü ortaya çıkacak. Bunlara biz "çağdaş köy enstitüleri" diyoruz.

5) Her okulun kendi bütçesi olacak. Okul müdürünü dilenci haline getiriyoruz. Niye bir bütçesi olmuyor okulun? Milli Eğitim Bakanlığı'nın bütçesi var. Ne yapıyor bu parayı? Har vurup, harman savuruyorlar. Her okulun bir bütçesi olacak, o bütçesi denetlenecek. Okul aile birliği ile birlikte bütçe yönetilecek. Okul aile birliğinin yönetimi güçlendirilecek, yasal olarak güçlendirilecek. Müdürle beraber okulun bütçesini yönetecekler, ihtiyaçlarını karşılayacak.

Bu beş temel çözümü öğretmenlerimin taktirde sunuyorum. Bu bir siyasi tercih. Onlar bunu yapmıyorlar, biz bunu yapacağız. Onlar çocukları sevmiyorlar. biz çocukları seviyoruz. Onlar öğretmenleri sevmiyorlar, biz öğretmenlerimizi de seviyoruz. Onlar bilimi sevmiyorlar, biz bilimi, bilgiyi seviyoruz. Onlar savurganlığı seviyorlar, biz savurganlığı değil, biz adaleti, hakkı, hukuku paranın yerinde ve zamanında kullanılmasını savunuyoruz. Onlar tüyü bitmemiş yetimin hakkını yerler, biz tüyü bitmemiş yetimin hakkını savunuruz. Aramızda siyahla beyaz kadar fark var. İster çalışan öğretmenler, ister atama bekleyen öğretmenler, bunu gayet net bilsinler. 5 tane çözüm; diğer sorunlar var ama onlar ayrıntı, onların hepsi çözülebilecek türden sorunlar.

Öğretmene en büyük saygı kim göstermiş biliyor musunuz? Mustafa Kemal Atatürk göstermiş. 1921 Kongresinde: "Bu toplantıdan yararlanarak geleceğimizin kurtuluşunun saygıdeğer liderleri olan Türkiye kadın ve erkek öğretmenleri hakkındaki saygı dolu duygularımı hatırlatmak isterim" der. "Saygıdeğer lider" olarak tanımlıyor öğretmenleri, "toplumun lideri" olarak tanımlıyor ve 1921'de söylüyor. Bana söyler misiniz? İktidar sahipleri bir gün çıkıp da: "Ya öğretmenler bu toplum için çok önemli ve hayatidir" dediler mi Allah aşkına ya. Hâlâ iktidarın peşinde giden öğretmen varsa, kimse kusura bakmasın ben ona "öğretmen" demem. Öğretmen, iradesini pazarlayan kişi değildir. Öğretmenin tek hedefi vardır: Çocuğu çok iyi yetiştirmek. Çünkü onun sevdası Türkiye'dir, adalettir, haktır, hukuktur, terbiyedir. Bütün bunları öğretecek. Eğitimde çok şey söyledik: "Şunu yapın, bunu yapın, bunu yapın" diye. Hiçbirisini yapmadı, yapamazlar zaten. Ne diyorlar? "Para yok" diyorlar. "Öğretmene maaş" deyince "haklısın ama para yok" diyorlar.

24 Kasım Öğretmenler Günü. Niye size bir maaş ikramiye verilmez? Yani bayram gününde sizin sevinmeye hakkınız yok mu? "Efendim bütçede para yok." Geleceğim. Bütçede para var, öğretmene verme konusunda, aylık ikramiye verme konusunu siyasi tercih yok. Siyasi tercihi yok, tercihi olsa vеrесеk.

Değerli arkadaşlarım; daha öğretmenleri çok konuşacağız. Atama bekleyen öğretmenleri de konuşacağız. Her gittiğimiz yerde milletvekili arkadaşlar, her gittiğimiz yerde mutlaka öğretmenleri ziyaret edin. Dernekleri var, ziyaret edin. Beş tane çözümümüzü anlatın. Öğretmenlere verdiğimiz değeri anlatın. Bakın hangi görüşten olurlarsa olsunlar, hiç önemli değil. Siyasi tercihlerine saygı duyarım ama o öğretmen benim çocuğumu eğitecekse, o öğretmenin bir sorunu olmamalı. O sorunu onun hafızasından çekip almalıyız. O bütün emeğini güzellikle, sevgiyle, sevecenlikle çocuklarımıza vermeli.

Değerli arkadaşlarım, bunları iktidar yapabilir mi, bu söylediğim beş maddeyi? Yapamaz, yapamaz. İradesi yoktur bunu yapmaya. Çünkü iradesi birilerinin ipoteği altında. Açıkça söyleyeyim, Londra'daki tefecilerin, faiz lobilerinin ipoteği altında. Kendi iradesini ve Türkiye Cumhuriyeti Devletinin bütçesini ipotek altına sokmuşsa, bu sorunları çözemez. Çözme iradesini de sergileyemez.

Kovit 19'u yaşıyoruz bütün dünya yaşıyor. Ya Allah aşkına 5 tane maskeyi dağıtmaktan aciz olan bir hükümet, Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin sorunlarını çözebilir mi? 5 maske yahu; bunu dağıtmaktan aciz olan bir iktidar "ben Türkiye'nin sorunlarını çözeceğim" diyor. "Adalette reform yapacağım. Ekonomide reform yapacağım." Yapamazsın kardeşim. Sende böyle bir irade yok. Söz var o kadar, irade yok. Allah aşkına? Yani bütün dünya bize gülüyor herhalde. Düşünün şimdi, Kovit'i bunlar terbiye ettiler herhalde. Belli saatlerde hiç kimseye dokunmuyor ama belli saatlerde yaygın, piyasada geziyor. Nasıl bir anlayış, ben onu da anlayamadım. Emin olun yani anlayamadım.

“Akşam saat 20.00 ile sabah 10:00 arasında Kovit bulaşır, o saatlerde sınırlama getirelim.” Herkes gece uyuyor, Kovit sokaklarda geziyor, kimse olmadığı için de bulaşmıyor. Herhalde öyle; Kovit'i terbiye ettiler. Ondan sonra dönüyoruz: Sabah saat 10:00 ile akşam 20:00 arasında da virüs terbiye edilmiş ki hiç kimseye bulaşmıyor. Allah aşkına ya, bütün dünya bize gülüyor ya. Allah akıl mı versin, fikir mi versin; ne diyeyim ben? Önlem böyle mi alınır Allah aşkına? Burada -kimse kusura bakmasın ama- bu Bilim Kurulu'na da değinmek istiyorum. Kardeşim siz bir sürü okumuş, yazmış, akademik kadro içinde bulunan profesörlersiniz, göreviniz bu. Aranızdan bir sözcü seçip "Kovit konusunda şu önlemler alınmalıdır" demediniz, diyemediniz. Siyasi iktidar size izin vermedi. Vermediyse ne işiniz var orada sizin yahu?

Türkiye Cumhuriyeti Devleti'ni dünyada alay konusu yapmaya sizin hakkınız var mı? Bir sözcü seçemediniz aranızdan yahu. "Efendim biz söylüyoruz, onlar yapmıyorlar." Onlar yapmıyorlarsa senin orada ne işin var? Ne işin var senin orada? Eğer cümle "Sayın Cumhurbaşkanımızın talimatı ile" diye başlıyorsa, orada bilim olur mu? Orada önlem olur mu? Erdoğan Bilim Kurulu Üyesi mi? Sağlık alanında mı çalıştı? Profesör mü? Halk sağlığını mı biliyor? Nedir Allah aşkına? "Efendim biz söylüyoruz, yapmıyorlar." Yapmıyorlarsa ayrılacaksın kardeşim. "İzzet ü ikbal ile bab-ı hükûmetten ayrılmak" da bir erdem işidir. Ayrılacaksın kardeşim. "Ben düşüncemi söylüyorum. Biz düşüncemizi söylüyoruz, bunlar uymuyorlar diyeceksin" kardeşim.

Şimdi 5 maskeyi dağıtamadılar ama biz çok iyi niyetle -bakın onu da söyleyeyim- ta en başından beri neler yapılması gerektiğini söyledik. Çok iyi niyetle. Hükümeti eleştirmedik: "Vay şunu yap, bunu yap veya sen bu işi beceremedin" diye. Şimdi söylüyoruz. Ta en baştan beri nelerin yapılması gerektiğini söyledik, en baştan beri. Dedik ki: Önce bu Ekonomik Sosyal Konseyi bir çağır ya, bir dinle bu adamları. Esnafı dinle, sanayiciyi dinle, çiftçiyi dinle, işçiyi dinle, emekliyi dinle; bir dinle bakalım bunların derdi ne? Ona göre çözüm üret. Hiç dinlemiyorsun, "ben çözüm ürettim" diyorsun. "Dükkanı kapat." Esnafa diyorsun: dükkanı kapat. Kahveciye: dükkanı kapat. Berbere: dükkanı kapat. Lokantacıya: dükkanı kapat. İyi kapatalım, tamam. Neyle geçineceğiz?

Diğer devletler ne yapıyor? Kapatıyor ama "kapat; kapalı kaldığı süre içinde kirasını ben ödeyeceğim. Giderlerini ben ödeyeceğim. Orada işçiler mi çalışıyor? Onlara asgari ücret ödeyeceğim, fazla para istemesinler. Asgari ücret, devletin imkanı budur" diyeceksin. Onu söyleyeceksin. Sosyal devlet dediğimiz budur. 40 yıl vergi ödeyecek, 40 gün bakılmayacak. O zaman soracaksın "bu paralar nereye gitti?" diye.

Hijyen ürünlerinde KDV 18 ya da daha yüksek. Efendim "uçakla seyahat ederseniz indirdik. Çünkü uçağa Kovit girmez". Mantığa bakın, sonra da uçakla seyahati yasaklıyorsunuz. Devlet nasıl yönetiliyor biliyor musunuz? İşte böyle. Bütün dünyada alay konusuyuz. Rakamlar açıklanmıyor. Neymiş? Devletin itibarı sarsılırmış. Gerçek ölüm rakamları açıklanırsa, devletin itibarı sarsılırmış. Yalan söyleyen devletin itibarı olur mu Allah aşkına? Yalan söyleyen devletin itibarı olur mu?

Siz devlete yalan söyletiyorsunuz. Söyledim, devlet yalan söylemez. Rakamı açıklamazsınız ve dersiniz ki: Biz rakamları açıklamıyoruz. Bunun bir anlamı vardır. Ama gerçek ölümleri gizleyip, göstermelik rakamları açıklarsınız dünya size inanmıyor, güvenmiyor. Bunlar yanlış değerli arkadaşlar, gerçekten insan üzülüyor.

Bakın sabah 10:00 ile gece akşam 20:00 arasında serbest. Çünkü o saatlerde virüs hiçbir şey yapmıyor, insanlara dokunmuyor. Akşam 20:00'den sabah 10:00'a kadar virüs bütün alanlarda geziyor, yakaladığı kişiyi de yakalıyor, ölüme de mahkum ediyor. Akşam 20:00'den sonra bakın değerli arkadaşlarım; 155 bin tekel bayii var; bunlar kapatacaklar. Gece 24'e kadar çalışan, ruhsatı olan binlerce bakkal var, binlerce. Ne olacak bunlar? Kirasını mı ödeyeceksin? Hayır. Para mı vereceksin? Hayır. İmkan mı sağlıyorsun? O da hayır.

Eskişehir Lokantacılar Odası Başkanı Sayın Bahar Bilen şöyle diyor:" Biz artık çok yorulduk. Kendimizi cezalı hissediyoruz. Virüsün kaynağı biz değiliz. Bizi cezalandırmasınlar artık" diyor. "Tedbir kararlarına karşı değiliz ama bir tedbir alınacaksa sanayicisi, memuru, tüccarı elbirliğiyle milletçe bu işin üstesinden gelinmeli; beraber alalım" diyor bu kararı. Sadece esnaf üzerinden tedbir kararları üretirseniz, bu işin üstesinden gelinmez; gelemiyor da zaten. 10 aydır kapalı işletmelerimiz var. Bu insanlar ne yiyip, ne içiyor, kirasını nasıl ödüyor, evine nasıl ekmek götürüyor? Kimse sormuyor, kimse bilmiyor. Bunlara acil destek olunması, asgari düzeyde ödenek sağlanması lazım. “Fedakarlık yapacaksak topyekûn yapalım. Biz çok yorulduk, çok yaralıyız.” Doğru mu? Doğru.

Ama Bahar kardeşime şunu söylemek isterim: Senin sorunun nasıl çözülmesi gerektiğini, pandemi ortaya çıktıktan sonra çıkıp anlattım. Dükkan kapalıysa, kapat diyorlarsa doğrudur, kapatacaksın ama kirasını devlet ödeyecek. Senin yanında çalışan aşçısı, garsonu, komisi varsa ve onlar da dükkan kapalı olduğu için aylık alamayacaksa, sosyal devlet onun aylığını ödeyecek. Bunları yapmadılar mı? Yapmadılar. Ne yapacaksın? Sandık önüne gelecek, dersini vereceksin. Dersini vereceksin. Öyle bir ders vereceksin ki, dünyaya örnek olacak. Ben bunu bekliyorum, dünyaya örnek olacak.

Taksici esnafı, onun da söylediği ilginç: "İşler zaten geçen seneden ancak yarısı kadar. Şimdi okullar tamamen kapanıyor. Restoran, kafe ve eğlence mekanları da kapanıyor. Biz rızkımızı sabahları okula ve işe gidenden, akşamları da lokanta ve eğlence mekanlarından dönenlerden kazanırız. Biz ne yapacağız? Soran yok." Biz soruyoruz. Senin hakkını, hukukunu savunacağız kardeşim, savunacağız. Sen yeter iradenin koru. Sana sahip çıkmayana, sandıkta sahip çıkmayacaksın.

Bakınız, öyle berbat bir şekilde ülkeyi yönetiyorlar ki öyle berbat yönetiyorlar ki, nasıl okullarda deneme-sınamayla çocukları yetiştiriyorlarsa, ekonomiyi de deneme ve sınama ile götürüyorlar. Geçen hafta ben yine bu grup toplantısında şunu söylemiştim: "Faiz lobilerinin lobilerinin isteği yerine getirilecek. Merkez Bankası faiz yükseltecek" demiştim. Oldu mu? Oldu. Kim kazandı? Faiz lobileri kazandı. Hani enflasyonun sebebi yüksek faizdi. Niye bunu yaptın, hangi gerekçeyle yaptın sen bunu? Bakınız ne diyor Erdoğan, değerli arkadaşlarım, gerçekten ibretlik şeyler: 21 Ekim 2018'de diyor ki: "Şahlanış döneminin arifesindeyiz." Şahlanış dönemi, onun arifesindeyiz diyor. 16 Ocak 2020'de “şahlanış döneminin kapılarını açıyoruz." 18 Kasım 2020, yani çok yeni: "Ülkemiz şahlanış dönemine giriyor." Dolar şahlandı tabii şimdi. Biz de sanıyorduk ki bizim için, vatandaş için söylüyor. Meğer tefeciler için söylüyormuş "şahlanış dönemine girdik" diye.

Girdin, faiz arttı. Faiz şaha kalktı. Değerli arkadaşlarım; bütün bunların tamamı devletin yönetilmediğini gösteriyor. Biz sanıyoruz ki sadece Merkez Bankası'nın faizi arttı. Hayır arkadaşlar, bu arada kimse çaktırmadan bir karar daha aldılar: Kredi kartlarına uygulanan faizi de artırdılar. 1 Kasım 2020 tarihinden geçerli olmak üzere, aylık faiz oranını 1,25'ten 1,46'ya, aylık gecikme zamları da 1,55'ten 1,76'ya çıkardılar. Kredi kartını kim kullanır? Erdoğan mı? Hayır. Parası olanlar mı? Onların zaten her tarafı dolar fışkırıyor. Öğretmen kullanır, memur kullanır, esnaf kullanır, vatandaş kullanır, onlara da faiz getirdiler. Peki bankaların zararı kapansın diye mi acaba faizi yükselttiler? Hayır, baktık ocak-eylül döneminde geçen yıl bankaların kârı 35.9 milyar lira. Bu yıl bankaların kârı aynı dönemde 35 milyar liradan, 46 milyar liraya çıkmış. Niye faiz arttırıyorsun? Şaha kalktı. Çünkü faiz lobilerinin önünde diz çökmek zorunda kaldı. Ne demiştim? Bunların iradeleri ipotek altındadır. Bunlar bağımsız düşünemez ve bağımsız hareket edemezler. Türkiye'yi getirdikleri nokta maalesef budur.

Şu soruları sormak zorundayım Erdoğan'a: Madem ki diz çöktün, bir sürü laf ettin, şu soruları sorayım: Faizleri artıracaktın, sen faizleri artıracaktın, bunu biliyorsun. 128 milyar doları niye sattın ve kime sattın? Döviz artmasın diye 128 milyar dolar sattılar. Kime sattın arkadaş? Benim bildiğim manav almadı, kasap almadı, pazarcı almadı, taksici almadı, pastacı almadı, işsiz almadı, öğretmen almadı, emekli almadı. 128 milyar doları kim aldı? Kime sattın arkadaş? Bu sorunun cevabını bekliyoruz.

2) Eğer faizi artıracak idiysen neden Merkez Bankası başkanına bir sürü hakaretler yaparak görevden aldın? O da istiyordu, o da söylüyordu "faizin artması lazım" diye. Niye onu görevden aldın o zaman.

3) 20 gün önce diyordun ki: "Ekonomi pik yaptı." Şimdi ekonomi dip yaptı. Peki Allah aşkına acı reçete noktasına nasıl geldin sen? Vatandaşa dönüp "acı reçeteyi uygulayacağız" diyorsun. Neden?

4) 20 gün önce diyordu ki: "Biz faiz baronlarına karşı kurtuluş mücadelesi veriyoruz." Şimdi diz çöktün, nedamet getirdin. Neden? Ne oldu 20 günde? Ne oldu?

5) Hâlâ diyorsun ki: "Faiz sebep, enflasyon sonuç." Öyle ise enflasyonu azdırmak için faizleri niye yükselttin? Bu sorunun da cevabını bekliyoruz.

6) Hâlâ diyor ki: "Faizleri hiç olmazsa enflasyon kadar artırma zorunluluğu var." Geçen hafta söylemiştim. “Faizleri en azından enflasyon kadar artırma zorunluluğu mecburiyeti var” diyordun, peki kardeşim, enflasyonu TÜİK açıkladı yüzde 12. E sen faizleri yaptın yüzde 15, niye? Niye daha fazla yaptın? Ne dedik? Türkiye yönetilmiyor. Beş maskeyi dağıtmaktan aciz olan bir iktidar, Türkiye'yi yönetemez zaten. Geldiğimiz nokta budur.

Çiftçiye vermezsin, emekliye vermezsin, öğretmene vermezsin, memura vermezsin, hiç kimseye vermesin ama birilerine kesenin ağzını açarız, birilerine her şeyi verirsin. Bizim futbol kulüplerinin malum maçları var. Bu maçları bir Katarlı firma ihaleye çıktı, kazandı ve dedi ki: "Maçları ben göstereceğim. Bunun karşılığında da 500 milyon dolar futbol kulüplerine para vereceğim" dedi. Güzel, sözleşme yapıldı. Kurda artış olunca Katarlı firma dedi ki: "Kimse kusura bakmasın ben para ödemem." Sözleşme yaptık, sözleşmeyi de dinlemem. Mahkeme? Kapı gibi Erdoğan var, Katar'ı destekliyor. Hangi mahkeme benim aleyhime karar verecek? Hükümet oturdu bununla masaya arkadaşlar. "500 milyon doların, 90 milyon dolarını siliyorum" dedi. İşçiye vermiyor, esnafa vermiyor. kahveciye vermiyor, berbere vermiyor; dükkanı kapanan ve orada çalışan işsize vermiyor ama Katar şirketine veriyor. 90 milyon dolar indirdi. Sadece bu mu? Hayır. Bir de dedi ki: "Bu dolar ne olur ne olmaz çok yükselir. Sabit tutalım dedi 5,80." Yani Türk Lirasına çevirdi. Bu Katar'la ne işleri var bunların? Ne dostlukları var bunların?

Esnafına vermezsin, memuruna vermezsin, çiftçiye vermezsin, emeklisine vermezsin ama gelince bir kalemde 90 milyon dolardan vazgeçersin. Aynı zamanda 5,80 Türk lirasına dönüştürürsün ama köprüden geçen, uçağa binen onlara dokunmuyorsun. Dolar arttıkça o paralar gidiyor, ödeniyor. Neden? Bu soruların cevabını geçmiş seçimlerde Ak Parti'ye oy veren vatandaşlardan bekliyorum. Cevabını veremezsin, ben biliyorum. Ama kendi vicdanında bunu sorgulaman lazım, kendi vicdanında. Bakkalsan vicdanında sorgula. Ev kadınıysan da vicdanında sorgula. Çocuğun işsizse vicdanında sorgula. "Para yok" diyorlar. Para var arkadaşlar.

Daha önce açıklamıştım, şimdi o tabloyu güncelledim. On ayda, geçen yıldan ekim ayının sonuna kadar bu iktidarın kullandığı para; her birisini tek tek çıkardık. Ne kadar para kullandılar bunlar? 655 milyar lira vergi aldılar, vatandaştan vergi 655 milyar lira. Yurt dışından 46 milyar lira borç para aldılar. Yurt içinden 419 milyar lira borç para aldılar tefecilerden. Merkez Bankası'nın kârı vardı, onu transfer ettiler 44 milyar lira. Merkez Bankası'na ayrıca açıktan para bastırdılar karşılıksız 59 milyar lira. Merkez Bankası'nın kasasında olup bu 10 ay içinde sattıkları döviz vardı, 666 milyar 474 milyon lira. Toplam 1 trilyon 891 bin 790 milyon lirayı kullandılar. 1 trilyon 891 milyar lirayı kullandılar. Peki bu para nereye gitti? Nereye kullandılar?

Diyeceksiniz ki: Pandemi süreci yaşadık, hâlâ yaşıyoruz ve esnafa gitti. Efendim memura gitti, emekliye gitti, dükkan kapandı, çiftçiye verildi, hayır bunlar yok. Karşılıksız, bir şey istemeden karşılıksız ödedikleri para 6 milyar 310 milyon 104 bin lira. 6 milyar 310 milyon lira karşılıksız para verdiler fakire fukaraya. Bir de vatandaştan para topladılar, IBAN numarası verdiler. Oradan da 2 milyar lira para toplandı, 2 milyar 38 milyon lira. Toplam karşılıksız ödenen para 8 milyar lira. Kullanılan para 1 trilyon 891 milyar lira, karşılıksız vatandaşlara 8 milyar ödediler.

Bu süre içinde benim tefeci dediğim faiz lobilerine kaç para ödediler? 8 milyar değil, 18 milyar da değil, 28 milyar da değil, 38-48 de değil, 88-98 milyar da değil, 119 milyar 581 milyon lira para ödediler tefecilere 10 ayda. Ayda 1 milyar 800 milyon dolar bunlara ödenen para ayda, günde 57 milyon 800 bin dolar, saat başına, her saate 2 milyon 400 bin dolar para ödüyorlar tefecilere.

Peki bu arada köprüden geçti, garanti verdiler, onlara ne kadar para ödendi? 13 milyar lira; beşli çeteye ödenen de 13 milyar lira. Ne oluyor? "Efendim, Türkiye çok hızlı büyüyor, çok hızlı kalkınıyor, şu batı denen meret bizi çok kıskanıyor." Sevsinler seni kıskandığını. Geldiğimiz nokta budur arkadaşlar. Buldukları reçeteyi biliyorsunuz: Askıda ekmek, acı reçete, bir de etsiz köfte tarifi başlamış galiba, vatandaş etsiz köfte nasıl yapılabilir diye.

Değerli arkadaşlarım bu 128 milyar doları kime sattılar? Kimler aldı? Devletin zararı ne kadar? Bunu grup başkan vekillerimiz bir araştırma önergesi ile Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne versinler. Bunu çıkıp, hepimizin anlatması lazım. 128 milyar doları kim aldı? Devletin uğradığı zarar ne kadar?

Değerli arkadaşlar; bir siyasi iktidar 18 yıl sonra "ben adalette reform, ekonomide reform yapacağım" diyorsa, "18 yılda ben bu ülkeyi batırdım, şimdi düzeltmek istiyorum" demek istiyor. Bu bir itiraftır. 18 yılda batıranlar, böyle ekonomide reform, yok efendim adalette reform; bunları yapamazlar, böyle bir iradeleri yok. Çünkü onların iradeleri ipotek altındadır. Türkiye'yi aydınlığa çıkaracak olanlar, iradeleri ipotek altında olmayan siyasi partilerdir; iradeleri ipotek altında olmayan, Türkiye'yi düşünen, Türkiye'nin çıkarlarını düşünen, insanını düşünen siyasi partilerdedir.  

Her yerde söyledim; konuşuyoruz, anlatıyoruz, bütün haksızlıkları söylüyoruz. Açıklama yapmışlar: "Kılıçdaroğlu'nun dokunulmazlığını inşallah kaldıracağız" diye. Eğer benim dokunulmazlığımı kaldıramazsınız namertsiniz, vatan hainisiniz. Evet bu kadar açık, bu kadar net söylüyorum. Sizden mi korkacağım ben? Söyledim, yine söylüyorum: Bir canım var, memleketime feda olsun, bayrağıma feda olsun, vatanıma feda olsun. Sizden asla ve asla korkmayacağız biz. 



Bu Kategorideki Diğer Haberler

Cumhuriyet Halk Partisi 100 Yaşında
Haber Tarihi: 09.09.2023
CHP Parti Meclisi Açıklaması
Haber Tarihi: 06.06.2023