CHP GENEL BAŞKANI KEMAL KILIÇDAROĞLU, TBMM CHP GRUP TOPLANTISINDA KONUŞTU

Okunma Sayısı: 14385    |    Haber Tarihi: 27.10.2020

Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun TBMM CHP Grup Toplantısında yaptığı konuşma şöyle:


Hepinize teşekkür ederim. Bizleri televizyonları başında izleyen, radyolarında dinleyen veya sosyal medya hesaplarında izleyen bütün vatandaşlarımıza yürekten saygılarımızı gönderiyoruz.

Cumhuriyet Halk Partisi olarak çok zor günlerden geçtiğimizin de bilincindeyiz. Ama biz her söylemimizi belli bir sorumluluk içinde dile getiririz. Aklımıza geleni söylemeyiz; önce düşünürüz, tartışırız, konuşuruz, sonra da bunu dile getiririz.

Değerli arkadaşlarım; az önce değerli bir siyasetçiyi sonsuzluğa uğurladık, Osman Durmuş'u sonsuzluğa uğurladık. Ailesine, siyaset dünyasına başsağlığı dileklerimizi iletiyoruz. Beyin kanaması geçirdiğinde oğlunu aramıştım, durumunu sormuştum. İkimiz de "Allah'tan umut kesilmez" diye bir dileğimizi yerine getirerek telefonları kapanmıştık. Ama dün Hakk'ın rahmetine kavuştu. Allah rahmet eylesin.

Değerli arkadaşlarım; her yerde, her ortamda gerek ben, gerek bütün arkadaşlarım ısrarla şunu söyleriz: Terör nereden ve kimden gelirse gelsin, teröre karşı hep beraber ortak duruş sergilemek zorundayız. Terörün partisi yoktur. Terörün kimliği yoktur. Terörün inancı da yoktur. Çünkü teröristin temel amacı, insanı yok etmektir. Dolayısıyla terör eylemleri dünyanın neresinde olursa olsun, hep birlikte karşı çıkmak zorundayız. Özellikle 40 yıldır teröre en büyük canlarını feda eden Türkiye, terör konusunda bir arada dimdik durmak zorundadır. Hatay'ın İskenderun İlçesi’nde dün akşam bir terör eylemi gerçekleştirilmek istendi ama sağ olsunlar güvenlik güçlerimiz gerekli çabayı göstererek, en azından bir can kaybının olmamasını sağladılar. Yaralanan güvenlik görevlilerimiz var. Buradan o güvenlik görevlilerimize şükranlarımızı, sevgilerimizi gönderiyoruz. İnşallah kısa süre içerisinde sağlıklarına kavuşur, görevlerinin başında olurlar.

Değerli arkadaşlarım; konuşmamın başında dedim ki: Cumhuriyet Halk Partisi olarak biz, söylediğimiz her sözün ne anlama geldiğini, niçin söylediğimizi bir şekliyle önce düşünürüz, konuşuruz, tartışırız ve ondan sonra değerlendiririz. Bir pandemi sürecinden geçiyoruz: Kovid 19, Korona virüs, değişik isimler... Bilmemiz gereken bir gerçek var; bu işin partisi yok, salgın hastalık. Salgın hastalık sadece A partilileri, B partilileri değil, hepimizi tehdit ediyor. Üstelik kimliğe de; A kimliği, B kimliği, ona da bakmıyor. Kim olursa olsun, bu coğrafyada kim yaşıyorsa yaşasın bir şekliyle tehdit ediyor. Dolayısıyla bir salgın hastalıkla mücadelenin kolektif, topyekûn olması lazım; merkezi idarenin, valiliklerin, artı yerel yönetimlerin, belediyelerin, muhtarlıkların hep beraber salgın hastalığına karşı mücadele etmemiz gerekiyor. Bu bizim insani görevimizdir, eğer burada bir parti ayırımı yaparsak, en büyük zararı kime veririz? İnsanımıza veririz, demokrasimize vermiş oluruz; insana saygı duymamış olduğumuzu gösteririz. Toplumun bir kesimini ötekileştirmek asla doğru değildir. Salgın hastalık varsa, hangi partiden olursa olsun, hangi kimlikten olursa olsun, hangi bölgede yaşıyorsa yaşasın, bütün vatandaşlarımızı salgından kurtarmak için elimizden gelen bütün çabayı göstermek zorundayız. Bizim düşüncemiz bu. Bu süreçte yaptığımız bütün açıklamalarda da hükümete önerilerimizi söyledik, kabul edilir veya edilmez. Eğitimde neler yapılmalı? Esnaf için neler yapılmalı? Sanayiciler için neler yapılmalı? Üstelik bütün bunların her birisini akılda kalsın diye madde madde saydık. Üstelik bu önerileri biz kendimiz de bulmadık. 81 ile giden milletvekillerimiz, bütün esnaf odaları, esnaflarla oturdular, konuştular; onların beklentilerini aldılar ve ona göre biz açıklama yaptık.

Şimdi Türkiye'nin yine 81 ilinde, milletvekili arkadaşlarımız KOBİ ve küçük sanayicilerle görüşüyorlar, bunların dertlerini almaya çalışıyorlar. Onları da bir şekliyle değerlendireceğiz. Dolayısıyla biz büyük bir sorumluluk içinde hareket ediyoruz. Ama bakın değerli arkadaşlarım; İstanbul'da Kovid 19 dolayısıyla bir toplantı yapılıyor, bu toplantıya İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı davet edilmiyor. Niçin? Bu davet yapılmamasının bir ağırlığı var, bir sindirememişlik var burada; başarıyı sindiremiyorlar yani demokrasiyi sindiremiyorlar. Ekrem Bey kimin oyuyla geldi Allah aşkına? İstanbulluların oyuyla geldi. Benim oyumla değil, ben Ankara'da oy kullandım, İstanbulluların oyuyla geldi, İstanbulluların Büyükşehir Belediye Başkanı... Peki, Ekrem Bey görevini yaparken "ya bunlar AK Partili, bunlara ceza verelim, hizmet götürmeyelim" dedi mi? Hayır, demedi. Tam tersine, her vatandaşa eşit yaklaşmaya özen gösterdi.

Ayrıca şunu söyledim bütün belediye başkanlarıma: Bir mahallede yoksullar varsa, oraya pozitif ayrımcılık yapacaksınız, oraya daha fazla hizmet götüreceksiniz dedik ve bunlar yapılıyor. Ama vali toplantı yapıyor salgın dolayısıyla, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı davet edilmiyor. Doğru değil, ahlaki de değil. Sayın valiye hatırlatmak isterim; sen arabanda Türk Bayrağı kullanan bir kişisin. Bindiğin zaman arabana, önünde Türk bayrağı dalgalanır. Yani sen hem hükümetin, hem devletin temsilcisisin. 3 kişi biliyorsunuz arabasında Türk Bayrağı kullanabilir; Cumhurbaşkanı, vali ve büyükelçi, başka kimse kullanamaz. Sen bu bayrağı kullanıyorsan, bayrağın gereğini yerine getirmek zorundasın. Böyle bir toplantı yapıldığında da, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanını davet etmek zorundasın. O büyükşehir belediye başkanı aynı zamanda senin de büyükşehir belediye başkanıdır. Oy verirsin veya vermezsin. Demokrasiye inanacaksın. Demokrasinin gereğini yapacaksın. Her şeyden çok daha önemlisi, ahlakın gereğini yapacağız. Ha diyorsan ki: "Ben arabamda Türk bayrağı taşırım ama talimatı saraydan alıyorum. Ben sarayın valisiyim." O zaman Türk Bayrağını değil, AK Parti'nin bayrağını takacaksın. Kimse buna "niye bu bayrağı taktın?" demez. Çünkü hepimiz biliriz ki, bu vali devletin valisi değil. Ama ben valileri devletin valisi olarak, her görüşten insanın sorunlarını dinleyen bir kişi olarak görmek istiyorum. Vali bu değeri mutlaka bilmeli. Eğer "Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir" diyorsak, 15 Temmuz Darbe Girişimi’nden sonra bütün İstanbul'un sokaklarına "egemenlik kayıtsız şartsız milletindir" diye yazıldıysa, Sayın Vali, sen bunun gereğini niye yapmıyorsun? Niye yapmıyorsun? Efendim çok acil olmuş. Herkesi topluyor, acil değil ama bir gerekçe uydurmak istiyor. Valiler gerekçe uydurmaz. Gerekçe uyduracak bir pozisyona düştüysen, kusura bakma sen vali değilsin, İkiyüzlülükle valilik yapılmaz. Vali sağlam durur, onurlu durur. Koltuk için onurunu satan vali olmaz. "Efendim olursa sürerler beni." Ne yaparlarsa yapsınlar. Sen onurunla o zaman gidersin bir yere gidiyorsan. "Ben devletin valisiyim" diyeceksin. "Bir salgın hastalık var. Bütün yerel yönetimler, merkezi hükümet hep beraber ve ben de vali olarak benim başkanlığımda ortak bir mücadele yapacağız" diyeceksin. Yeri geldiğinde Büyükşehir Belediye Başkanına talimat vereceksin. Eksiği varsa "şurada eksiği var" diyeceksin. Sen bunları yapmıyorsun, çünkü korkuyorsun? Korkak adamdan vali olmaz, kimse kusura bakmasın; vali dediğiniz biraz cesur olur, dirayetli olur, bayrağın hakkını verir en azından. Bunu yapmak gerekiyor değerli arkadaşlarım.

Tabii bütün bunlar yapılırken bir şeye daha bakmak lazım. Devleti yöneten insanların geleceği düşünmesi lazım, geleceği görmesi lazım. Yani 3 adım sonra ne olabilir? Hangi riskle karşılaşabilirim? Onun önlemini alır, devlet dediğiniz kurum onun önlemini alır, devleti yöneten kişi onun önlemini alır. Kovit 19 var mı? Var. Bütün dünyayı kasıp kavuruyor mu? Evet. Herkes aşı peşinde mi? Evet. Biz de aşı ısmarladık, aldık. Ne kadar? 1,5 milyon doz. Nüfusumuz kaç? 83 milyon. Almanya'ya bakalım, onların da bizim kadar nüfusu var, onlardaki aşı 25 milyon doz aşı ellerinde duruyor. İngiltere'de 30 milyon doz, bizde 1,5 milyon... Niçin? Bizim insanımız değersiz mi? Bizim insanımız ölüme mahkum mu? Eminim bu 1,5 milyon dozu da torpili alan, adamını bulan alıp kullanacak. Yine olan garibana olacak. Torpili bulamayana olacak olan.

Bu tabloyu bütün milletvekili arkadaşlarım, Türkiye'nin neresine giderlerse gitsinler bunu anlatsınlar. Bizim insanımız değerlidir. İnsanımızın sağlığı da değerlidir. Sağlığın güvencesi, ülkeyi yöneten otoritedir. En değerli hekimler bizde, en değerli sağlık çalışanları bizde, en çalışkan sağlık çalışanları bizde ama vatandaşa hizmet bağlamında 1,5 milyon aşı veriyorsunuz. Bu aşıları 1,5 milyon kişiye yapacaksın; peki diğerleri ne olacak? Burada sorunumuz var.

Türk Eczacılar Birliği aşı almak istiyor aslında, Hollandalı bir firmadan 1,5 milyon doz aşı alacak. Güzel bir şey. Bir kamu kurumu, bir anayasal kurum, bütün eczacıları temsil ediyor; aşı alacak 1,5 milyon doz, Sağlık Bakanlığı'na başvuruyorlar, Sağlık Bakanlığı diyor ki - tam ismini de vereyim - Tıbbı İlaç ve Tıbbi Cihaz Kurumu Başkanlığı diyor ki; “Bununla ben ilgilenmiyorum. Halk Sağlığı Genel Müdürlüğü var. O ve Devlet Malzeme Ofisi ile görüşeceksiniz." "Olur, peki" diyor. Gidiyor, Halk Sağlığı Genel Müdürlüğü ile görüşüyor, bakan yardımcısıyla görüşüyor. Bu ilk dilekçeyi 11 Eylül'de veriyorlar. Sonra da Tıbbi Cihaz ve İlaç Kurumu Başkanlığı diyor ki; “Siz Devlet Malzeme Ofisi'ne başvuracaksınız. Biz oraya bildiriyoruz." Devlet Malzeme Ofisi bir yazı yazıyor Türk Eczacılar Birliği'ne, "Bize böyle bir yazı gelmedi" diyor. Sonunda yani işin sonu şu: 14 Ekim itibariyle Devlet Malzeme Ofisi Genel Müdürü, Türk Eczacılar Birliğini ziyaret eder ama derler ki; "1,5 milyon doz aşıyı biz alamadık, İran aldı."

Hani cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi bütün işleri hızlı gerçekleştirecekti, hızlı yapacaktı? Düşünebiliyor musunuz? Aşı ithal edeceksiniz, 11 Eylül'de dilekçe veriyorsunuz. 14 Ekim'de, bir ay sonra "aşılar başka yere gitti" deniyor. Böyle bir devlet yönetimi olmaz arkadaşlar. Bunu kime söylüyorum? Bunu özellikle Ak Parti'ye oy veren vatandaşlara söylüyorum. Referandumda da evet oyu verdi o vatandaşların büyük bir kısmı. "Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi yenirse işler çok hızlı yürüyecek" dendi, tam tersine işler düğümlendi, bakanlar bile görüşemiyor Erdoğan'la, bakanlar bile... Bürokratların zaten esamisi bile okunmuyor. Böyle bir tabloyla karşı karşıyayız.

Değerli arkadaşlarım; devlet dediğiniz kurumun ya da devlet dediğimiz kurumun adaletle yönetildiğini hepimiz biliyoruz, yönetilmesi gerektiğini hepimiz biliyoruz. Adaletle yönetilmesini belirleyen en önemli cümle ise bizdedir aslında, bizim geleneklerimizde, töremizdedir aslında. "Devlet ana" deriz, "devlet baba" demeyiz. Baba biraz hırslı, biraz yeri geldiğinde ailede baskı kurabiliyor ama anne öyle değil. Annenin şefkati vardır, herkesi kucaklar. "Devlet ana" deriz o yüzden. Kemal Tahir de “Devlet Ana” diye roman yazdı. Çünkü devlet analığını, yani kapsayıcılığını göstermek zorundadır. Devlet ananın bu bağlamda adalet ile bağdaştığını da ifade etmek gerekiyor. Eğer devlette adalet yoksa o zaman devlet de yoktur. Bunlar Fatih Sultan Mehmet'ten çok sık söz ederler. Fatih Sultan Mehmet'in şöyle güzel bir sözü var: "Kadıyı satın aldığın gün, adalet ölür. Adaletin öldüğü gün de devlet ölür." Günümüz, kadının satın alındığı gündür arkadaşlar. Bir daha söyleyeyim, günümüz kadının veya kadıların satın alındığı gündür.

O devlette adalet yok ve baskıyla, zorbalıkla siz kendi düşüncenizi hayata geçirmek istiyorsunuz. Baskı kuruyorsunuz. Enis Berberoğlu’na dava açıldı. Her mahkeme kafasına göre bir karar verdi. Sonunda gitti Anayasa Mahkemesi’ne... Anayasa Mahkemesi oybirliğiyle dedi ki: "Burada bir hak ihlali var". Aldı kararı, ilgili mahkemeye gönderdi, gereğini yap dedi. Ama bizim yeni Zekeriya Öz'ümüz, Saray'dan aldığı talimatla kusura bakma dedi Anayasa Mahkemesi'ne; ben senin kararını uygulamam, ne demek Anayasa, ne demek karar? Ben bunlara bakmam, ben bu kararları uygulamam. Saray ne istediyse, ben aynen onu yazarım, altına da imza atarım. Peki sen hakim misin? Cübbe giyiyorum ama sarayın cübbesi o cübbe, adaletin cübbesi değil o cübbe diyor. Ben gücümü nereden alıyorum? Hukuktan mı? Hayır, hukuktan değil, hukukun üstünlüğünden değil, vicdanımdan değil. Ben gücümü saraydan alıyorum. Çünkü bu kararı vereceğim ki, yarın beni saray daha üst makamlara getirsin. Beni taltif etsin, beni yücelsin. Ben yeni Zekeriya Öz'üm diyor.

Ve Anayasa Mahkemesi kararları uygulanmadı değerli arkadaşlarım. Anayasa'nın hangi maddeleri ihlal edildi söyleyeyim: Anayasa'nın bağlayıcılığı ve üstünlüğü maddesi, madde 11 ihlal edildi. "Anayasa hükümleri herkesi bağlar" diyor ama "beni bağlamaz" dedi.

Anayasanın 14’üncü maddesi: “Temel hak ve hürriyetlerin kötüye kullanılamaması”. Temel hak ve hürriyetleri sınırladı ve mahkemeyi kötüye kullandı, hak ihlali yaptı.

Anayasanın 19'uncu maddesi: Kişi güvenliği ve hürriyeti maddesini ihlal etti, askıya aldı.

Hak arama hürriyeti; hakkını arıyor, Anayasa Mahkemesi hakkını teslim ediyor, "ben teslim etmem" diyor 36’ncı maddesi.

Temel hak ve hürriyetlerin korunması, 40’ncı maddesi.

Seçme, seçilme ve siyasi faaliyette bulunma hakkı, 67’nci maddesi.

Duruşmaların açık ve kararlarının gerekçeli olması, 141’inci maddesi. Bunların tamamı askıya alındı.

Değerli arkadaşlarım; geçenlerde de söylemiştim: Hakimler Savcılar Kurulu'nun bir yasası var. Bu yasaya göre, hakimler hakkında soruşturma açılabilir. Başkanı kim? Adalet Bakanı. Dikkatinizi çekiyorum: Bütün bu haksızlıklar karşısında Adalet Bakanı çıkıp tek cümle kurdu mu? Kurmadı. Sormak gerekiyor, o koltukta, sessiz kaldığın için mi sürekli oturuyorsun? Acaba oturup bir vicdan muhasebesi yaptın mı sen Adalet Bakanı olarak? "Anayasayı ihlal eden bir hakim hakkında soruşturma açmamız gerekir" dedin mi acaba sen hiç? Yoksa bütün geleceğini koltuğa bağlayıp "benim için koltuk her şeyden değerlidir; koltuğumu koruyayım, memleket yanabilir" mi dedin sen? Adalet Bakanının da yatacak yeri yoktur. Onun da oturup bir vicdan sorgulaması yapması lazım.

Sadece Enis Bey bağlamında söylemiyorum bunu. Müyesser Yıldız aylardır hapiste, aylardır hapiste. Devletin sırlarını ifşa etti. Ne? Yazı yazmış. Yazılar nerede? Hala yayınlanıyor, var; girin, internet sitesinde görebilirsiniz. Hangisi kardeşim, hangisi? Selahattin Demirtaş: Beraat eder, başka bir dosya. Beraat eder, başka bir dosya. Beraat eder, başka bir dosya, içeride. Ahmet Altan yıllardır içerde. O da tahliye, sonra tekrar içeri. Tahliye, tekrar içeri. Osman Kavala aynı şekilde. Peki sen Adalet Bakanı isen, adalet kurumu sana bir şekliyle bağlıysa, Hakimler Savcılar Kurulu'nun başkanlığını yapıyorsan, bu yanlış giden düzene bir çomak sokmayacak mısın? "Burada bir şeyler yanlış gidiyor arkadaş" demeyecek misin sen? Yasaların sana verdiği bir yetki de var ayrıca. Kamu yararına belli kararları bozabiliyorsun, "tekrar görüş" diyebiliyorsun sen ama onu yapmıyorlar, yapmak istemiyorlar. Çünkü "saray beni görevden alır ve ben koltuğumdan olurum." Koltuk meraklısı bir kişinin bu memlekete faydası olmaz değerli arkadaşlarım. Onun da altını çizeyim.

Peki bu tablo Türkiye'yi nereye götürür? Ya da soruyu şöyle soralım: Devlet ne zaman organize suç örgütü haline dönüşür? Adalet dağıtması gereken bir devlet, ne zaman organize suç örgütü haline dönüşür? Anayasa'yı kaldırırsanız, yasaları kaldırırsanız; hakimler bir kişiden talimat alır, hukukun üstünlüğünü ve vicdani kanaatini bir tarafa bırakırsa, o ülke aşama aşama organize suç örgütüne dönüşür. Türkiye'nin geldiği nokta budur arkadaşlar. Eleştiriye tahammül edemeyen bir kişiyi eleştirdiğinizde sabahın köründe eviniz mi basılıyor? Eviniz basılıyor. Hapse mi atılıyorsunuz? Hapse atılıyorsunuz. O izin verdiği zaman hapisten çıkıyorsunuz. Onun avukatına dolar bazında milyon dolarları verip tuttuğunuz zaman, savcı size iddianame bile düzenlemiyor. Her işverenin tepesinde "bak kızdırma, mallarına, mal varlıklarına el koyarım" tehdidi var. Bu nedir? Devletin aşama aşama organize suç örgütüne dönüşmesidir değerli arkadaşlarım.

Bakınız, bizim bir kitapçığımız var: 21 Soruda FETÖ'nün Siyasi Ayağı. Bu kitapçık benim bir Salı toplantısında yaptığım konuşmanın aynısı. Yani o konuşmayı kitapçık haline getirdik. Değerli arkadaşlarım, "FETÖ ile mücadele ediyoruz" diyorlar. Bir sefer külliyen yalan. Tuttun kardeşim sen, baklavacı buldun mu? Buldun. Ayakkabıcı buldun mu? Buldun. Pastacı buldun mu? Buldun. Asker buldun mu? Buldun. "Bunları FETÖ'cü diye buldum" diyor. Bankacı diye buldun mu? Onu da buldun. E peki arkadaş bunun siyasi ayağı nerede? Nerede bunun siyasi ayağı? O yok, onu gizliyorlar ama iyi ki bu memlekette Cumhuriyet Halk Partisi var. Emin olun, iyi ki bu memlekette Cumhuriyet Halk Partisi var.

FETÖ'nün siyasi ayağı, her şey var burada. Neler var? Milli Güvenlik Kurulu kararı var, burada var. Halkı kin ve nefrete yönlendiriyormuş galiba, öyle diyorlar mahkeme kararında. Milli Güvenlik Kurulu kararı var mı? Var.

Dönemin müsteşarının açıklamaları var mı? Evet, var. Erdoğan'ın açıklamaları var mı? Evet, var. Diğerlerinin açıklamaları var mı? Evet, var. Milli İstihbarat Teşkilatı'nın FETÖ'yü çok eski yıllardan beri sürekli izlediği var mı? Var. Belgesi var mı? O da burada var. Peki kardeşim, FETÖ'nün siyasi ayağı, kimdir FETÖ'nün siyasi ayağı? Devletin kılcal damarlarına ve en kritik noktalarına FETÖ unsurlarını yerleştiren kişi ,FETÖ'nün siyasi ayağıdır. Bu kadar basit.

Bir daha ifade edeyim: Devletin kılcal damarlarına, en kritik noktalarına FETÖ'nün unsurlarını yerleştiren siyasi otoriteye, FETÖ'nün siyasi ayağı denir. Bu kadar basit. Bunu bazen bir kararnameyle yaparlar, bazen bir atamayla yaparlar, bazen sınavlarda sahtekarlık yapıp blok halinde FETÖ'cüleri devletin içine yerleştirirler ve bazen de kanun çıkarıp blok halinde Yargıtay'a, Danıştay'a hakimleri yerleştirirler. Kim yapar bunu? Bakkal yapar mı? Yapmaz. Manav yapar mı? Yapmaz. Servisçi yapar mı? Yapmaz. Üniversitedeki dekan yapar mı? O da yapamaz. Kim yapıyor bunu? Devleti yöneten... Kim kararname çıkarabilir, ben mi? Benim böyle bir yetkim yok. FETÖ'nün siyasi ayağından rahatsızlar. Bakın FETÖ ile ilgili araştırma komisyonu kuruldu. Araştırma komisyonunun raporunu yayınlamıyorlar. Çünkü FETÖ'nün siyasi ayağının bir numaralı sorumlusunun sarayda oturduğunu herkes biliyor.

Bu kitap toplatmalar ne zamandan beri böyle? Darbe dönemlerinde olur değil mi? 12 Eylül'ü gördük, 12 Mart'ı gördük; şimdi 20 Temmuz sivil darbesinden sonra yapıyorlar. Sanıyorlar ki, biz bunu topladığımız zaman Kılıçdaroğlu susacak, Cumhuriyet Halk Partililer susacak. Senin Feriştah gelse bizi susturamaz. Bir daha söylüyorum: Senin Feriştah gelse bizi susturamaz.

Biz bu memlekete sevdalıyız değerli arkadaşlarım, bu memlekete sevdalıyız, biz insanımıza sevdalıyız. Oy verir veya vermez ama ona saygı duymak benim görevim, hepimizin görevidir. Devleti birilerine peşkeş çekmek, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni Londra'daki bir avuç tefeciye peşkeş çekmek bizim kitabımızda yoktur. Biz Cumhuriyet Halk Partisiyiz. Biz halkın partisiyiz, halk için çalışırız, halk için mücadele ederiz, onun kavgasını veririz. Eğer bir çocuk yatağa aç giriyorsa ,hiçbirimiz o akşam rahat değilizdir. O çocuğun karnını doyacak. Bizim felsefemiz, bizim dünya görüşümüz, bizim insana bakışımız böyledir.

Bakın değerli arkadaşlar; Sayın Erdoğan Malatya İl Kongresine katılır. Anayasa'ya göre tarafsız ya; namusu ve şerefi üzerine yemin etti Meclis'te "ben tarafsız olacağım" diye. Bir daha söylüyorum: Namusu ve şerefi üzerine... Namus nedir, şeref nedir? Bunu bilmeyen bir kişi ile Türkiye Cumhuriyeti Devleti karşı karşıya. Yemin etti "tarafsız olacağım" diye; partinin genel başkanı gitti, partiye kaydını oldu. Yemini unuttu. Herhalde yemin ederken büyük bir ihtimalle bir ayağını kaldırmıştır, "bir ayağını kaldırırsam herhalde bir şey olmaz" diye. Bu milletin de vicdanı var, bir ahlakı var, bir erdemi var, bir feraseti var. Tarafsız olmak zorundasın. Bayrağı taşıyorsan, tarafsız olacaksın. 83 milyonu kucaklayacaksın. Malatya'ya gidiyor, güzel gittin. Servisçiler Odası Başkanı, o da AK Partili, olabilir. Saygı duyuyorum. Bakın "niye AK Partilisin?" diye hiçbir zaman suçlamadım. "Esnaf olarak müjde bekliyoruz" diyor. Kendi partisinin genel başkanı gelmiş, kendisi de Servisçiler Odası Başkanı. Bütün servisçiler de onun yanında "aman ne olursun Erdoğan geldiği Malatya'ya, bize bir müjde versin." Erdoğan'ın verdiği yanıt: "Ne müjdesi, ben müjde verdim zaten." Şimdi bu başkana seslenmek isterim. Başkan, senin kulağın duymuyor mu? Erdoğan, koskoca Erdoğan, koskoca Cumhurbaşkanı size ne müjdeler vermiş. Siz müjdenin bile farkında değilsiniz. Ne müjdesi vermiş? Bak, askıda ekmek uygulaması başladı. Ekmek götüremiyorsun, git oradan ekmeği al, evine götür. Bunu müjdeliyor sana.

Başkan devam ediyor: "Vallahi işsiziz, evimize ekmek götüremiyoruz" diyor. "Bu bana çok abartılı geldi" diyor Erdoğan. "Şu keyif çayını iç, keyfine bak" diyor. Dalga geçmektir biliyor musun? Bütün servisçilerle dalga geçmektir. Bunu kime söylüyor? Kendi partilisine söylüyor. Peki, servisçiler kim? Bizim çocuklarımızı okula götürenler. Güvendiğimiz, çocuklarımızı teslim ettiğimiz servisçiler bunlar veya fabrikalarda çalışmak isteyen, çalışan işçileri belli aralıklarla fabrikalara götürüp, sonra evine getiren kişiler, servisçiler bunlar. Her okul servisinde 2 kişi olmak zorunda. Bir şoför, bir de servis rehberi. Bunların Türkiye'deki sayısı 200 bin kişi. Yani bir arabada 2 kişi çalışıyorsa, 400 bin kişi buradan evine ekmek götürüyor; 400 bin kişi.

Değerli arkadaşlarım; bunların ailelerini de aldığınız zaman, yaklaşık 800 bin eder. 800 bin kişi adına Malatya Servisçiler Odası Başkanı diyor ki: "Efendim evimize ekmek götüremiyoruz." Doğru aslında söylediği. Aylarca durdular bunlar, hiçbir şey yapmadılar bunlar. Öğrenci taşımadılar, çünkü yasaktı. Yasağa da uydular. Efendim size müjde verdi. Bu başkana seslenmek isterim, servisçiler Odası Başkanına seslenmek isterim: Sana ve bütün servisçilere, 200 bin servisçiye beş kuruş dahi para vermediler. Bakın 5 kuruş; bir kuruş dahi sana karşılıksız para vermediler. Çünkü senin genel başkanının gözünde sosyal devlet diye bir devlet yok. Bir saray devleti var orada. O bakıyor, sarayda herkesin ekmeği var ve saraya servisle gidip gelenler varsa onlar dünyanın parasını alıyor, onlara yasak hiç yok. Bakıyor onlara, durumları çok iyi. Cebinden arada bir para çıkarıyor devletin hazinesinden, "al kardeşim bunu da sana verdim" diyor. O da "teşekkür ederim" diyor. Sanıyor ki 200 bin servisçi böyle. Yok kardeşim, böyle bir dünya yok. Ama Erdoğan bunun farkında değil, bilmiyor Erdoğan bunu ve 200 bin servisçiye seslenmek isterim: Sorun sadece senin sorunun değil kardeşim, 200 bin kişinin sorunu. Sadece Malatya'daki servisçilerin sorunu da değil. 81 ilde servisçi var, 81 ilde 200 bin kişi servisinde çalışıyor, 200 bin kişinin sorunu var. Diyeceksiniz ki: "Yahu sorun sadece servisçilerin sorunu mu? Türkiye'de bir tek servisçiler mi sorunla karşılaştı?" Servisçi kardeşim, önce şu soruyu soracaksın: Sen vergi veriyorsun. Ekmek alırken vergi veriyorsun sen, ekmek alırken. Evinde musluğu açtın, 5 çeşit vergi ödüyorsun su aktığı zaman. Elektrik düğmesine bastın, 4 çeşit vergi ödüyorsun. Yeni doğum yapmışsa çocuğun altına bez alırsınız, onun için de vergi ödüyorsun.

Soru şu, sen şu soruyu soracaksın; bütün servisçilerin sorması lazım: "Biz vergi veriyoruz. Ayrıca gelir vergisi de veriyoruz. Bu para nereye gidiyor?” Paranın nereye gittiğini belirleyen, siyasi tercihtir. Bir daha söyleyeyim, servisçi arkadaşım iyi dinlesin: Toplanan vergilerin ya da devletin yaptığı borçlanmaların ya da yapılan özelleştirmelerin paralarının nereye harcanacağını belirleyen, siyasi tercihtir. İster 5 tane müteahhide verirsiniz, ister servisçiye verirsiniz. Ne yapıyor Erdoğan? "Ben servisçiyi takmam" diyor. "Apartman görevlisini takmam" diyor. "Çiftçi hiç önemli değil" diyor. "Konteynerlerden beslenen on milyonlar varmış, on binler varmış, hiç önemli değil" diyor.

"Benim için önemli olan bir avuç insan, beşli çete; en büyük ihaleleri ona veririm, dünyanın parasını kazanırlar. Uçağın uçmadığı havaalanının parasını da alırım, o parayı da servisçiden söke söke alırım. Olmazsa faiziyle beraber alırım. Vermezse bir de ayrıca icraya veririm" diyor. Gerçek mi? Gerçek.

Servisçinin uyanması gerekmiyor mu? Servisçi takım tutar gibi parti tutarsa, bu sonuca katlanacak. Takım tutarız, her birimizin bir takımı vardır. Ama siyasi partiler takım değildir. Siyasi partiler bana hizmet ediyorsa oyumu veririm, hizmete etmiyorsa "kusura bakma "derim. "Bana hizmet edecek kişiye ben oy vereceğim. Benim ödediğim vergiyi benim için değil, çiftçi için değil, üretici için değil, apartman görevlisi için değil, asgari ücretli için değil, bir avuç kişi için harcıyorsa ben de onu harcarım. Nerede? Sandıkta harcarım, oyumu vermem” dersen, o zaman bu ülkenin saygıdeğer bir yurttaşı olursun. O zaman sen hak peşinde koşmayı temel ilke edinirsin. Asıl sorunumuz burada.

Bakın, saray hükümeti kime çalışıyor? Servisçiler için çalışmadığına bir sürü örnek verdim. Peki çiftçiler için çalışıyor mu? Hayır. Bakınız buğday, arpa, mısır ithal ederseniz gümrük vergisi alınıyor. Niye alınıyor? İçerdeki üreticiyi korumak için alınıyor. Ne oldu? Bir kararname çıkardılar 21 Ekim'de "vergileri sıfırladık" dediler. Toprak Mahsulleri Ofisi buğday, arpa, mısır sıfır gümrükle ithal edebilir. Güzel... Peki Toprak Mahsulleri Ofisi buğdayı kaçtan aldı? Bin 325 liradan aldı buğdayı. Peki ithal ettiği buğdayı kaç liraya getirdi? Bin 832 liraya. Bizim çiftçiye, Türkiye çiftçisine bin 325 lira tonu, yabancı çiftçiye tonu bin 832 lira. Kim kazanıyor? Bu servisçi arkadaşıma sormak isterim: Seni ödediğin vergilerle bin 832 lira yabancı çiftçiye ödeniyor. Senin çiftçine ne ödeniyor? Bin 325 lira? Niye ikinci sınıf vatandaş bizim çiftçimiz?

Arpa… 1.275 liradan Toprak Mahsulleri Ofisi bizim çiftçiden arpa aldı. Sonra gitti sıfır gümrükle yurt yurtdışından da arpa aldı Bin 664 liraya. Bin 275 lira bizim çiftçi, yabancı çiftçiye bin 664 lira ödüyor. Kim kazanıyor? Yabancı çiftçi kazanıyor. Hepimiz kime çalışıyoruz? Yabancı çiftçilere çalışıyoruz.

Mısır, aynı şekilde, orada da sorunumuz var değerli arkadaşlarım. Eskişehir Ziraat Odası Başkanı Sayın Naci Erdemli, bu ithal ürüne arpa, buğday, mısıra, ithal ürüne isyan ediyor. Söylediğini aynen bu kürsüden okumak istiyorum, çünkü çiftçileri temsil temsilidir: "İthal edilen fiyatı biz üreticilere verin. Biz üretelim. Döviz yurtdışına gitmesin. Biz üretelim, hatta ihraç edelim. Bu ürünler ülkemizde yetişen ürünlerdir. Tarım ile uğraşan çiftçimizi küstürmeyelim" diyor. Doğru mu? Doğru.

Devam ediyor: "Bu yıl pandemiye rağmen tüm sektörler zarar etti ama tarım büyüdü." Doğru, hepimizin ihtiyacı var beslenmeye. "Ancak sıfır gümrükle gelen tarım ürünleri bizlerin boynunu bükmektedir." Tarıma küsen çiftçiyi tekrar tarlasına döndürmek mümkün değil. "İhtiyaç varsa ve illa ithal edilecekse, hasat dönemine denk gelmeyecek şekilde, gümrük vergisi de alınarak ihtiyacımız kadarını yurt dışından karşılayalım" diyor. Dolayısıyla çiftçilerin de oturup düşünmesi lazım. Sana verilen değerle, yurtdışındaki çiftçiye saray hükümetinin verdiği değeri oturup bir düşünmek lazım.

Şeker pancarı alım kampanyası başladı. Bugün 27 Ekim. Geçen yıl 1 Eylül'de taban fiyat açıklanmıştı, 16 polar şeker için 300 lira. 27 Ekim, açıklanmıyor bir türlü. Niçin? Çiftçi bekliyor. Gübreye zam geldi mi? Zam geldi. Elektriğe zam geldi, ilaca zam geldi, suya da zam geldi. Diyorlar ki: "En az 390 lira olmalı ki biz bu işi kurtaralım." Bekliyoruz. Onların da taleplerini bir şekliyle dillendirmiş olduk.

Bu arada emekli kardeşlerime de seslenmek isterim: Bak kardeşim; senin hakkını hukukunu savunan Cumhuriyet Halk Partisi’dir. Sen bazen gidersin, başka partilere oy verirsin ama unutma; senin Ramazan ve Kurban Bayramında iki maaş ikramiye almasını sağlayan Cumhuriyet Halk Partisi’dir. Niçin? Sen bayramlarda torununa harçlık ver diye, onu sevindir diye yapıyoruz biz bunu. Bayramda en azından bir kutu şeker al, çikolata al, misafire ikram edersin diye. Şimdi sana çok büyük bir tuzak kuruluyor. Çok büyük bir tuzak kuruluyor. Nedir o tuzak? TÜİK'e diyorlar ki, yani Türkiye İstatistik Kurumu'na diyorlar ki, devlet kurumuna: "Enflasyonu hep düşük göster." Niçin? Emekli maaşlarını ona göre vereceğiz? Yani enflasyon düşük gösterdikçe, sen enflasyonun altında bir maaşa mahkum edileceksin. Bu gerçeği de sakın unutma. Bu gerçeği sakın unutma.

Değerli arkadaşlarım; servisçi arkadaşlarımız elbette diyorlar: "Geçinemiyoruz, bir müjde bekliyoruz ama müjde gelmedi." Fırça geldi, kafasına bir paket çay attılar "Otur bunu iç keyfine bak. Sandığa gidince de bana oy ver, oy vermezsen de defterini dürerim" diyor. Böyle mi? Böyle. Gerçek mi? Gerçek ama onurlu insanlar ne yapar? "Bana verdiğin çay beni tatmin etmiyor kardeşim. Çay benim sorunum değil. Benim sorunum nedir? Ekmek teknem nedir? Benim servis aracımdır. Orada çalışan bir şoför var, bir rehber var, onların geçinmesi lazım. Benim de bir ailem var. Aileme onurumla, alın terimle bakmak istiyorum" demesi lazım ve eminim Malatya'daki servisçi arkadaşımız da bunu söyleyecektir, hiçbir endişem yoktur.

Somalı işçiler... Servisçi kardeşim senin gene bir aracın var, gene bir plakan var. Soma'da, Ermenek'te yerin kilometrelerce altında, binlerce metre, yüzlerce metre, onlarca metre altında çalışan işçiler... Çalışmışlar, evet çalışmışlar. Üretmişler, evet üretmişler. Fakat paralarını alamıyorlar. Onların da eve götürecek, ekmek alacak paraları yok. Servisçi kardeşim dayanışma yapacaksınız, dayanışma. Senin hakkın teslim edilmiyorsa, bir de dönüp bakacaksın kimlerin hakkı teslim edilmedi? Birlikte olacaksınız, beraber olacaksınız. Ben ülkemi seviyorum, eminim sen de seviyorsun. Yeraltında çalışan maden işçisi de kendi ülkesini seviyor. "Paramız olsun, yurtdışına gidelim" diye bir düşünce yok. Alın terinin karşılığını istiyor, "çalıştım" diyor, "ürettim" diyor, "bunu ben hak ettim" diyor. "Hani çalışmadan avanta istemiyorum ben" diyor. "Kazandığım paramı verin bana" diyor. "Kıdem hakkımı verin bana "diyor. Vermiyorlar. Ne yapıyor? "Ankara'ya yürüyeceğim" diyor. "Yürüyemezsin, otur oraya" diyorlar. Ermenekli işçiler de aynı şekilde.

Senden en büyük arzum servisçi kardeşim, Ermenek'teki işçiyi bir ara. Bak onun çocuğu ne diyor? "Babam cebime beş kuruş koyamıyor. Babam cebine beş kuruş koyamıyor. Babamın hakkını verin" diyor. Bunu söyleyen bir çocuk, küçük bir çocuk. Eğer o çocuğun cebine kazandığı, ürettiği, alın teri döktüğü ve hakkı olan ücreti alamıyorsa, bu çocuğun isyanı bu kadar net, bu kadar sevgi dolu, bu kadar dünyaya sıcak bakan bir mesajla ancak bizim önümüze geliyor. Evet, "babam cebime beş kuruş koyamıyor. Babamın hakkını verin."

Servisçi kardeşim; bu babanın hakkını ben değil, sen de savunacaksın, beraber savunacağız. Avanta istese, hep beraber karşı çıkalım. Hakkı olmayan bir para istese, yine beraber karşı çıkalım. Ama hakkı olan bir para verilmiyorsa, o zaman birlikte mücadele edelim.

Şimdi Erdoğan "müjde vermişiz" diyor ama ne müjdesi verdi, daha hiç belli değil o. Servisçiye ne müjdesi verdi? Esnafa da ne müjdesi verdi belli değil. "Efendim, borç para verdim bankalardan." İyi de çeken oldu sicil affı çıkmadığı için çekmeyen de oldu. Çıkardık, bizim 17 maddeyle, maliyeti nedir acaba? Devletin üstünde çok büyük bir yük mü gelecek?

Esnaf bakanlığı kurulmalıdır dedik. Maliyeti ne? Sıfır, bir maliyet yok. Esnaf bakanlığını kuracaksın; bir talimat, bir kararname... Resmi Gazete'de çıkacak, kurulacak.

Esnafımızın kullandığı krediler faizsiz ve ödeme gücüne göre taksitlendirilmelidir. Esnaf kredi almış. Pandemi dönemi, dükkanı kapatmışsın, almış onu. Tamam, şimdi parayı istiyorsun. Yahu kardeşim bari faizini alma. Dükkanı kapatan sensin. Borç veren de sensin. "Tamam, borcumu ödeyeyim; bari faizden beni kurtar." 4,5 milyar bunun maliyeti. Devede kulak yani bizim bütçenin yanında; devede kulak bile değil.

Kiralarda stopaj kaldırılmalı, bunun maliyeti sıfır. Çünkü zaten gayrimenkul sahibi, dükkan sahibi zaten o vergiyi ödeyecek.

AVM'ler haftanın bir günü kapansın, bunun devlete maliyeti sıfır; esnaf kazanacak burada.

Esnafın sosyal güvenlik primlerini, işyeri kapalı olduğu süre içinde hazine ödesin. Evet, hazine ödesin. Dükkanı kapatan sensin devlet olarak. Gelirini kesen sensin. "Prim öde!" Nasıl ödeyeyim, çalışmadım ki, kazanmadım ki prim ödeyeyim. Sen: "Sosyal devletiz biz, vatandaşımızı koruruz, çalışma dedim ama meraklanma, senin sosyal güvenlik primini ödemek devletin namusudur" diyorsan bunu ödeyeceksin. Bunun ne kadar bedeli? 5,7 milyar lira, küçük bir rakam.

Salgın sürecince esnafa ceza yazmayın. Bunun maliyeti yok, sıfır. Yazma kardeşim yahu. Dünyanın cezasını kesmişler. Geliri yok, bir de ceza ödeyecek.

Küçük esnafımıza yanında çalışanların kısa çalışma ödeneğinde karşılaştıkları sorunları çözün. Bunun da maliyeti sıfır.

Ertelenen vergi ve sigorta primleri için salgın sonrasında yeniden yapılandırma olanağı getirilmelidir. Yeniden yapılandırma yapıyorlar ama üstüne faiz bindiriyorlar. Önce yeniden yapılandırma yapıp faizi kaldıracaksın, faiz kalkacak bir sefer. Ondan sonra bu esnaf da gidecek kazancını, çalışmadığı dönemin primleri ile beraber ödeyecek. Nasıl ödeyecek yoksa? Bunun maliyeti yok ayrıca.

Esnafımıza yönelik icra işlemleri durdurulmalı. Bunun da maliyeti yok.

"Servis işletmecilerinden alınan banka teminat mektupları var, bunları kaldırın kardeşim" dedik. Bunun da devlete maliyeti yok.

6 milyon sokak esnafımız var geçinen, bunları güvenceye kavuşturun. Bunun da maliyeti yok, devlete kârı var; vergi ödeyecekler devlete.

Pandemi boyunca zarara uğrayan esnafa kira desteği verin. Bunun rakamı da 6 milyar lira. Topladığınız zaman zaman 17 milyar. Bütün esnaf için devletin katlanması gereken para 17 milyar. Diyecekler ki: "Çok büyük bir para." Malatya'daki başkan kardeşim; bu devlet Londra'daki tefecilere bir günde kaç lira faiz ödüyor biliyor musun? Bir günde 76 milyon dolar faiz ödüyor. Bir günde Londra'daki bir avuç tefeciye ödediği faiz 76 milyon dolar. Sana 17 milyar lira parayı çok görüyor. Ne dedik? Toplanan para bir tercih meselesi, siyasi tercih meselesidir. Esnafa mı vereceğim, Londra'daki tefecilere mi vereceğim? Tercih: Londra'daki tefeciler. Borç alan, emir alır; emir alıyorlar. Papazı niye serbest bıraktılar? Emir aldıkları için.

Değerli arkadaşlarım; şunu da bilmesini isterim servisçi arkadaşlarımın: Bütçe açığı var, Cumhuriyet tarihinin en büyük bütçe açığı, onun için borç alıyorlar. Olabilir. Borcun ana parası ödenecek, onun için de borç alıyorlar. Borcun faizi ödenecek, onun için de borç alıyorlar. Devlet gırtlağına kadar borç içinde. Sadece devlet mi? Sen de gırtlağına kadar borç içindesin. Vatandaş da gırtlağına kadar borç içinde. Hem devleti borç batağına sürüklediler, hem vatandaşı borç batağına sürüklediler. Para istiyorlar, yine de borç istiyorlar. Sağa sola koşuyorlar, yurt dışına gidiyorlar, geliyorlar. "Acaba birisi bize biraz borç para verebilir mi?" diye.

Bir şey anlatacağım; özellikle AK Partili kardeşlerimin dikkatle dinlemesini isterim. Bir Türkiye Varlık Fonu kurdular; Ziraat Bankası, Halk Bankası, devletin bütün büyük kurumları Türkiye Varlık Fonu'nun malzemesi oldu. Sermayesi oldu yani. Başkanı kim? Türkiye Varlık Fonu'nun Başkanı Recep Tayyip Erdoğan. Dünyada böyle bir örnek yok ama bizde oldu, parayı çok seviyor çünkü. Peki Başkan Vekili kim? O da damat. Türkiye Varlık Fonunu yöneten Erdoğan ve damadı. Mart 2019'da Türkiye Varlık Fonu "borç para istiyorum" dedi. 1 milyar avro borç aldılar, yurt dışından 1 milyar avro borç aldılar. Aldıkları borcu götürdüler İstanbul Finans Merkezi'ni inşa eden 3 kişi vardı, 3 müteahhit vardı, 3 müteahhidi kurtardılar. Parayı gömdüler oraya, müteahhidi kurtardılar. Servisçiyi mi kurtardılar? Hayır. Çiftçiyi mi? Esnafı mı? Hayır. Peki asgari ücretliyi mi? Hayır. 3 tane adamı 1 milyar avro gömdüler oraya, bunları kurtardılar; bunlar da rahat ettiler.

Bu yılın Eylül ayında, 2020'nin Eylül ayında Türkiye Varlık Fonu tekrar borç için bir kampanya başlattı. 3 büyük bankayı -yurtdışındaki, Türkiye'de değil- yurtdışındaki önemli 3 büyük bankayı yetkilendirdi. "Ben borç istiyorum dolar bazında; bir bakın bakalım kim bize borç verebilir?" Eylül ayı sonunda borç veren çıkmadı. 13 Ekim'e geldik. 13 Ekim'de bu sefer 3 banka yerine 1, 2, 3, 4, 5, 6, 7 ve Société Générale'e; 8 büyük uluslararası kuruluşa görev verdiler "bize borç para bulun. 5 yıl dolar bazında tahvil ihraç edeceğiz” diye.

20 Ekim'de dediler ki: "Borçlanmayı erteledik." Kimse borç vermiyor. Ne diyorlar? "Beka meselesi" diyorlar değil mi? Ne diyorlar? Türkiye Cumhuriyeti Devleti güçlü. Evet güçlü ama sizin oyuncağınız oldu yahu. Türkiye Varlık Fonu para bulamıyor. "Uluslararası" diyor, "faiz ödeyeceğim" diyor. Negatif faiz var biliyorsunuz, negatif faiz var. Yunanistan binde 9 ile alıyor, biz yüzde 6 yüzde 7 veriyoruz, "vermem sana" diyor. Türkiye Varlık Fonu alamıyor.

Peki, Türkiye Varlık Fonu'nun durumu ne? Servisçi kardeşim de dinlesin: Bu Halk Bankası, Ziraat Bankası, Vakıflar Bankası, Türkiye Petrolleri, ne bileyim bir sürü firma; 24-25 büyük kamu kuruluşu var burada. Türkiye Varlık Fonunun 2017'de kısa vadeli borçları 26,5 milyar lira. 2019'da 26 milyar liralık kısa vadeli borç 951 milyar liraya çıkmış 2 yılda. Uzun vadeli borçlar, 32 milyar liradan 211 milyar liraya çıkmış. Toplam borçlar, 58 milyar liradan 1 trilyon 223 milyar liraya çıkmış.

Şimdi servisçi arkadaşım şunu soracak: Gayet güzel, borçlandın kardeşim. Bir trilyon 223 milyar 66 milyon lira aldın, tamam. İyi de bu parayı nereye harcadın? Kendine bak, servisçisin; sana bir şey vermediler. Çiftçiye bak, ona da vermediler. Esnafa bak, onu da vermediler. Nereye gitti bu para? Bu soruyu sorarsan, demokrasiyi kurtarmış olursun kardeşim. Bu soruyu sormak, herkesin namus borcudur. Kısa vadeli borçlar 36 kat arttı. Türkiye Varlık Fonu; 36 kat, 2 yılda... Nereye gitti bu para? Nereye gitti? Emekli de kendisine baksın. Nereye gitti bu para? Kime verdiler bu parayı? Biz bilmiyoruz, Türkiye Büyük Millet Meclisi de bilmiyor. Türkiye Büyük Millet Meclisi adına denetim yapan Sayıştay da bilmiyor. Erdoğan ve damadının çiftliği burası. Bir daha söylüyorum; Erdoğan Başkan, damadı başkan vekili; onların çiftliği. Soruyoruz: "Parayı nereye harcadınız?" diye. "Gizli." Niye gizli kardeşim? Sonunda bunu vatandaş ödemeyecek mi? Ödeyecek. Belli değil.

Değerli arkadaşlarım; peki parayı bulamayınca ne yapıyorlar? Öyle ya çıkıyorsun, borç istiyorsun, kimse borç vermiyor. Özelleştirme yaptın, bütün kurumları satın. En son Milli Piyango'yu da sattın. Para yok... Bir şey kalmış: 22 Ekim'de Resmi Gazete'de bir ilan: 3516 sayılı Ölçüler ve Ayarlar Kanunda bir değişiklik yaptılar. Bunların özeli; bu ölçü ve ayar işini yapacak olanların, yapılan hizmetlerin özelleştirilmesine karar verdiler. Yani

muayene aletleri, elektrik, su, doğalgaz, doğalgaz, akaryakıt sayaçlarını birileri gelip denetleyecek. Doğru mudur, yanlış mıdır? Tıpkı araçlarda yapılan muayene kontrol ücreti gibi. Onu nasıl özelleştirdilerse, para yok, pul yok. "Elde bir bu kaldı, bunu da özelleştirelim" diyorlar. 20 yıllığına özel sektöre satacaklar.

Şimdi daha önce araç muayene hizmetlerini özelleştirilmişlerdi, bu yıl 15-20 dakika sürüyor işlem. 15-20 dakika, belki o kadar bile sürmüyor. 174 lirayla 462 lira arasında değişiyor bunlara ödenen para ve muayene ücretlerine yüzde 22,58 zam yaptılar. 22,58... Enflasyon kaçtı? Yüzde 11'di. Niye yüzde 11 yapmadılar da yüzde 22,58 zam yaptılar? Şimdi bunun için de gelecek. Bakkal dükkanındaki tartı için para ödeyecek artık. Taksimetre için ayrı para ödeyecek. Akaryakıt, doğalgaz, su parası, ayrı para ödenecek. Bütün bunlar "parayı nereden bulabilirim; para tükendi, bir yerlerden para bulmam lazım" diyorlar. Buna karşın beyefendi ne diyor? "Fransız mallarını boykot edelim" diyor. Fransız mallarını alacak vatandaşta hal mi kaldı Allah aşkına? Hal mi kaldı yahu? Adama "askıda ekmek demişsin" karnı aç, ekmek gösteriyorsun; çıkıyorsun: "Fransız mallarına boykot uygulayacağız" diyorsun. Sen uygularsın kardeşim, saray sosyetesi uygular. Sanki servisçi akşam eve gidince eşine: "Bir Fransız parfümü aldım sana, bunu sür" diyecek. Adam ekmek bulamıyor. Saray sosyetesi uygularsa, uygulasın. Mesela Fransız uçakları var, satsın hemen. Bir çanta var, Emine Hanım'ın çantası, 50 bin dolar. 50 bin Euro mu? Neyse yani... Onu da sarayın bahçesinde yaksın, "protesto ediyorum" desin yaksın.

Biz ülkelerin barış içinde yaşamalarını isteriz. Kavga hiçbir zaman bize yarar getirmez, zorunlu olmadıkça. Dünyada yalnız kaldık. Dünyada yalnız kaldık. "Boykot uygulayacağım." Fransız Renault'u kapat o zaman. Kapat bakayım, kapatabiliyorsan; cesaretin varsa kapat bakalım. Ahkam kesiyorsun millete, hava atıyorsun millete. İnsan boyundan utanır. Bu lafları ediyorsun, arkasında durmuyorsun.

Lafları ediyorsun, arkasında durmuyorsun. "Ahkam keseceğim, asacağım, keseceğim, şunu yapacağım, bunu yapacağım" diye. Ne yaptın Allah aşkına? Ne yaptın sen? Mısır'a bir şey diyor musun? Diyemezsin. Doğu Akdeniz'de en haklı davamızda yalnız kaldık, en haklı davamızda.

Biz "Yurtta barış, dünyada barış" geleneğinden geliyoruz. Kavga bizim kitabımızda yoktur, zorunlu olmadıkça. Her ülkeye saygılıyız ama her ülkenin de bize saygılı olması lazım. Her ülkenin bizim bağımsızlığımızı gözetmesi lazım. Eğer sen Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni ve 80 milyonunu, Londra'daki bir avuç tefeciye teslim etmişsen, senden yurtsever çıkmaz kardeşim, senden yurtsever çıkmaz; bunun bilinmesi lazım.

Hepinize teşekkür ederim değerli arkadaşlarım.


Bu Kategorideki Diğer Haberler

Cumhuriyet Halk Partisi 100 Yaşında
Haber Tarihi: 09.09.2023
CHP Parti Meclisi Açıklaması
Haber Tarihi: 06.06.2023